Yıllardır Ayvalık ve bölgesine yaptığımız gezilerin sayısını hatırlamıyorum. Ama nedense Ayvalık-Cunda Adası’nın komşuya bakan yüzünü sürekli atlamışız. Bu kez üç günlük tatilden yararlandık ve Ayşe ile çıktık yola. Tercih ettiğimiz güzergah Bergama üzerinden ama bu kez Kozak yoluyla Ayvalık.
Bergama’dan sonra çam ağaçları ve fıstık çamları ile kaplı bu özel ve güzel yöre, yol kenarlarına sanki serpiştirilmiş gibi duran köyleri ile gerçekten bakir ortamıyla ender doğal varlıklarımızdan. Kozak yolunun hemen girişinde yer alan İncecikler köyünde kahve yok ama onun yerine kütüphanesini gençler doldurmuş. Sonra sırasıyla Kozak Köyü, fıstık çamlarının en yoğun olduğu bölgelerden biri olan Göbeller Köyü, Hisarköy, Akçapınar Köyü bu köyler el değmemiş güzellikleri hala barındırıyor. Kozak yolunun büyüleyici ve nefes kesici yolculuğunun ardından Ayvalık’a ulaştık.
Akşam karanlığı bastığı için konaklayacak yer bulma telaşı başladı. Cunda Adası’nda çadır kurabileceğimiz mekanlar bulabileceğimiz umuduyla arayış içine girdik. Bu arada gözlem yapıyoruz. Adanın Ayvalık’a bakan yüzü tümüyle yapılaşmaya yenik düşmüş. Yine de adanın içinde eski rum evleri tüm güzelliğini ve cazibesini korumuş ve dimdik ayakta duruyor.
Kısa bir akşam turunun ardından yol üzerinde gördüğümüz bir kamp levhasını izliyoruz. Karanlık iyice çöktüğü için farın aydınlattığı yolu zorlukla takip etmeye çalışıyoruz. Ayvalık Adaları, doğal yapısının zenginliği ve güzelliği nedeniyle 1995 yılında 17 bin 950 hektarlık bir alanı Jeomorfolojik Tabiat Parkı olarak ilan edilmiş. Bazı adalar bitki örtüsünden yoksun, bazıları ise seyrek bitki örtüsüne sahip. Eski dağların tepelerinin uzantısı bölgedeki adaların oluşumunda büyük rol oynadığı anlaşılıyor.
Cunda’nın komşuya bakan yüzünde yüz binlerce zeytin ağacı gökyüzüne uzanıyor ve tümü de çiçeklerini açtığı için çevreye hoş bir koku yayılıyor. Bu düşüncelerle levhada okuduğumuz kamp alanına ulaşıyoruz ve gece karanlığında çadırımızı kuruyoruz. Deliksiz bir uykunun ardından sabah kuş sesleri arasında ve muhteşem bir zeytin ormanının içinde pırlanta gibi koyun ortasında uyanıyoruz.
Birkaç ahşap yapının dışında karavanlar ve çadırların yer aldığı bu kamp ortamında güne dinlenmiş olarak başlıyoruz. Cunda’nın bu yüzü komşuya yani Midilli Adası’na bakıyor. Yapılaşmanın bulunmadığı çok özel bir ortam. Sadece koyu dolaşmak için çıktığımız gezide bizi gerçekten üzen kötü klasik bir yapılaşma şekliyle karşılaştık. Sadece yaz aylarında kalmak amacıyla yapılan bir site ile burun buruna geldik. Nasıl olduysa bu bölge Jeomorfolojik Tabiat Parkı ilanına karşın villalarla delinmiş; umarım devamı gelmez.
Ayvalık Adaları’nın 23’ünün arasından en büyüğü olan Cunda, 18.yüzyıl nostaljisinin yaşattığı farklı ortamıyla herkesin büyülenerek ve hayranlıkla gezdiği bir ada. Ayvalık ile kara bağlantısının bulunması ulaşımı kolaylaştırmış. Ayvalık’tan kalkan tur tekneleri koylarda ki tüm adaların gezilmesine olanak sağlıyor. Adada çok sayıda kilise ve manastır olmasına karşın bir çoğu günümüze kadar ulaşamamış.
Panaya Kilisesi’nin duvar kalıntılarını Bakkal Sokağı’nın başında, Agios Yannis’in dört duvarını ise girişte görmek mümkün. Ayışığı Manastırı kuzey yolunda özgün yapısı ile hemen dikkatleri çekiyor. Geçmişe uzanan bu bilgilerin ardından Cunda’nın Arnavut kaldırımlı sokaklarını hiç atlamadan karış karış dolaştık. Rum evlerini, begonvilli, incir kokan bahçelerini,rangarenk sardunyalarını geçmişten günümüze uzanan çizgilerini doyasıya özümsedik. Pazaryerinden alışveriş yaptık. Kızlarımıza deniz kabuklarından üretilmiş el işi armağanlar almayı ihmal etmedik. Tarihi Cumhuriyet Fırını’ndan gelen kokuları içimize doldurduk. Gözlerimizle çektiğimiz fotoğrafları yüreğimizdeki albüme yerleştirdik ve İzmir’e döndük.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.