Yozlaşma Medyada mı Basında mı?

Size önce daha sıcağı sıcağına yaşanan iki televizyon faciası anlatayım. Günlerden Cumartesi, 15 Nisan 2006. Saat 12.00 civarı. Bir İstanbul televziyonunda, tüm ülkenin ne yazık ki yakından tanıdığı bir bayanın, ki mankenlikten başlayıp, şarkıcı, sinema oyuncusu, dizi oyuncusu, dergi sahibi ve yazarı gibi işler yapıp, yaşamının tüm ayrıntılarını, gece uykusundaki horlamaları bile kamuoyuyla paylaşmada sakınca görmemişti, konuşmacı olarak çağrıldığı bir üniversitede öğrencilere hitaben yaptığı konuşma vardı. Konuşmada bu bayan, eşlerin birbirlerini aldattığını anlatıp, “Bayanlar daha çok aldatıyor, çok zevkli ve herkesin denemesi gereken bir olay aslında. Ben sanırım Türk olduğumdan bunu denemedim. Ama erkek olsaydım mutlaka denerdim ve yakalanmazdım” dedi.
Bu olayı tamamen siyaset üstü ve bu toprakların köklü değerli gölgesinde düşünün. Yüzlerce genç kız ve erkek karşısında bu sözlerin düzeysizliğini mi? Bu düzeysiz sözleri söyleyebilen birinin üniversiteye çağrılmasını mı? Çağıranları mı yoksa bu konuda haber değeri bulup yayınlayan kanalı mı yorumlayalım öncelikle? Takdir sizin!
Yine aynı gün ve aynı saatlerde bir televizyon yarışmasında sözüm ona “star” keşfedilen bir yarışmada, sözde jüri önünde genç onurları ayaklar altına alınan genlerle, sözde jürinin diyaloguna da dikkat çekmek isterim.
Eğitim düzeyleri ne olduğu bilinmeyen gençlerin, adeta kaderlerini topu topu üç kişiye ki hiçbiri müzik konusunda “eğitimcilik” unvanına sahip değildir, teslim edebilmelerinin altında ne yatmaktadır?

Ah 12 Eylül anısı!

Bugün Türkiye’de “basın” çalışmaları yoktur ya da etki gücü oldukça zayıftır. Bunu anlayabilmek için, 1980 12 Eylül tarihi sonrası, Türkiye’nin sokulduğu “yükselen değerler” silsilesini iyi analiz etmek gerekir. Okumanın, örgütlenmenin, siyasal çalışmaların, masum dinsel inançların bile “yükselen değerler” yani popüler kültür sınırları içine çekilmesi, adeta “resmi ideoloji” kriterleri arasındadır. “Kişiye özel” demokratik kaygılar dahilinde, hakim “tek partinin” devlet televizyonunu “yetersiz” ilan etmesinden sonra kurulan “ilk özel” televizyonun sahiplerinden birinin “hükümet başkanının oğlunun” oluşunu da gözden ırak tutmamız yanlış olur. 1980 darbesinin öncesinde, Türkiye güncel ve sosyal yaşamında, bugün ancak nostaljik değerler olarak hatırlanan, dayanışma, paylaşma, komşuluk ilişkilerinin, 2006 yılı itibariyle tamamen parasal endişe ve egoizme endekslenmesinin en önemli nedeninin medya olduğu inkar edilmemelidir. İnsan ilişkilerinin tamamen “paraya” endekslenmesi, hesapsız tüketimin pompalanmasının tek aracı, medyalaşan “basındır”.
Siyaset, ticaret ve medya ortaklıklarının, her türlü toplumsal kaosu yarattığı da bilimsel bir gerçektir ve Türkiye onu bugün fiilen yaşamaktadır.
Dünyadaki saygın basın kuruluşlarının görsel ve yazılı yönelişlerinde “kitle” anlayışı bulunmazken Türkiye’de tüm kitlesel zafiyetlerin bayraktarlığını medya yapmaktadır.
Ne yazık ki, 1990 ile 2000 yılları arasındaki “ulusal medya dejenerasyonu”, 2000 krizinden sonra “yerel ve bölgesel” düzeylerde de kendini göstermiştir. Örneğin evden kaçan çocuklar, okullarda yaşanan şiddet, boşanmalar, hırsızlık, çeteleşme, uyuşturucu bağımlılığı, cinsel sapkınlıkların yaygınlaşmasının önemli bir kaynağı da “renkli hayat pompalaması” yapılan televizyon ve gazetelerdir.
Medya üst yönetimlerinin belirlenmesinde, egemen sermayen, Masonik örgütlenmelerin ve dış kaynaklı maddi şer vakıfların yönlendirmesi yok mudur sizce?

Düşünün lütfen!

Okulu, işi, doktoru, imamı, elektriği, suyu, yolu, köprüsü, esnafı olmayan doğu ve güneydoğu köyleri hala mevcuttur ama, elektriği olmayan köylerde aküyle çalışan televizyonların, pille çalışan radyoların ve şimdilerde de cep mesajlı cep telefonların olduğunu inkar edebilir misiniz? Hiçbir şeyi olmayan bir köyde, eğitim almamış genç ve çocukların, günde 12 saat “televole” veya “pop star” ya da “biri bizi gözetliyor” izlediğini düşünün! En doğal insani ihtiyaçların bile uygarca giderilmediği bir bölgede, pırıltılı yayınlar yapan bir televizyonun yaratacağı ne varsa şimdi hep birlikte yaşıyoruz!

Medya Neyin Gücü?

Medya “dördüncü” güç değildir bana göre. Güçler üzeri güçtür ve yöneticisi de egemen ve evrensel şer odaklarıdır. Örneğin böyle olmasaydı, Ramazan aylarında 30 kupona Kur’an-ı Kerim” veren gazeteler, Ramazan Bayramı’ndan bir ay sonra “büyücülük elkitabı” verirler miydi? Hatırlıyorum da bu saçmalık hiçbir ana haber bülteninde “irdelenmediği” gibi Zekeriya Beyaz da bu konuda bir “fetva” vermemişti. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı bile, “SUS PUS” olmuştu. Bugün televizyonlara “sihir”, “büyü” içerikli film ve çizgi filmler vardır ve özellikle çocuklar, bu dizilerin “hedef kitlesidir”.
2000 krizi sonrası, Türkiye’de “boşanma” oranlarının yükseldiği açıklanmıştır. Bana göre bunun nedenlerinden biri de medyadır. Örneğin Türkiye’de ailece yenen akşam yemeklerinin saati, ortalama 19.00 ile 20.30 arasıdır. Televizyonların yayın akışlarındaki süreli dizi filmlerin, şov ve yarışma programlarının başlama saatleri de, ortalama “akşam yemeği saatleridir.” Şimdi söyleyin bana, boşanmaların en büyük nedeni eşlerin iletişimsizliğidir. Şimdi bu iletişimsizliği alın, akşam yemeklerini bile ekrana bakıp geçiren aileleri düşünün. Diyalog, ailelerde bitince, ülke siyasetçilerinden asgari müştereklerde bile iletişimsel birliktelik düşünebilir mi?
1980 ve 2000 krizlerinde, her şeye rağmen ayakta kalabilen, geleneksel dayanışma değerlerini koruyabilen ailelerdir. Siyasal saçmalıkların ve çıkarcılıkların yıpratamadığı, çatlatamadığı toplumsal dayanışmayı bugün ne yazık ki İstanbul merkezli egemen medya belli bir oranda gerçekleştirmiştir!
Gazete başlıklarını inceleyin, ya hakim sermaye güçlerinin söylemleri, ya belli büyükelçiliklerin atraksiyonları, iktidar partisinin ve başbakanın etkinlikleri veya popüler kültürün temsilcileri pop starların güncel sorunları bulunmaktadır. Ne yazık ki bugün egemen güç paradır ve para gücünün ardındaki amaçlardır ki, 1838 Osmanlı – İngiliz Anlaşmasını bilenler ne demek istediğimi anlarlar sanırım!
Ulusal gün ve bayramların içlerinin boşaltılması, dinsel popülerliğin, kerameti kendinden menkul şarlatanlara havale edilmesi, ulusalarası sermayenin kontrolsüz dolaşımı, söyler misiniz en çok nerelerde savunulmaktadır?

Oysa!

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, milli savaşı verirken en çok üzerinde durdukları neydi acaba? Kurtuluş savaşını dünyaya Payitaht medyası mı duyuruyordu, yoka AA ile bugünkü Cumhuriyet Gazetesi’nin ilk adı olan Yenigün Gazetesi mi? Yani basın değil mi? Oysa İstanbul basınının hemen tamamı işgalcileri, işgalci işbirlikçilerini savunuyordu değil mi? Aynı bugünkü gibi yani. Ali Kemal’in yazılarını, Ankara’yı küçümsemelerini hatırlamak gerekir. Tabii “sonunu da”. Bir örnek daha vermek gerekirse, İzmir Metropoliti Kara Papaz Hrisostomos’un, işgale yakın zamanlarda, İzmir’deki Rumlarla Yunanistan’daki Yunan
milliyetçilerine hitaben yazdığı mektupların, hangi araçlarla iletildiğini bir düşünün! Oysa Mustafa Kemal de özellikle “kurtuluşa” doğru ecnebi basını aracılığı ile nasıl da beyanlar verip, Yunan ordusunu kandırmıştı? Mehmetçik İzmir’e doğru yürürken büyük komutan, Büyükelçileri, gazete haberleri aracılığı ile de “Ankara’da çay partisine” davet etmemiş miydi?
Bugün medya çoğunlukla olumsuz birlikteliklerin elindedir ve hedefine de ulaşmaktadır. En çok “para kazanan” programlar, medyatik yozlaşmanın kaleleridir! Ancak ne acıdır ki, bu şer birlikteliklere karşı, “düşmanın teknolojisi ve silahını da” kullanarak, tıpkı Mustafa Kemal’in yöntemleriyle “karşı duracak” basın organları yoktur veya olanların da “yöntemleri”, hatalıdır. Olanakları da dar olduğundan, “doğrunun” yolu çok engelli ve uzundur. Tabii, ulusalcı milliyetçi güçlerin basın çalışmalarındaki yöntemsizlik de, yurttaşlara adeta “sessizlik” olarak yansımaktadır.
Örneğin seçim dönemlerinde, ülke medyasının ahlaksız yöntemleri yüzünden, haklı ve ahlaklı söylemler çınlayamamakta, parası olanın hakim olduğu haber bültenleri ve programlarla Türkiye yanlış yönlendirilebilmektedir. Ne yazık ki bunu “yakında” yine yaşayacağız!
Türkiye’de bugün medya yozlaşması doruktadır, yurttaşa kaliteli alternatifler yaratılamamakta ve var olan yayınlarla tehlikeler yaşanmaktadır. Ulusal alternatiflerin yaratılması hem zorunluluk hem de milli bir görevdir. Bu konuda yurttaşın beklentisini bilen bir gazeteci ve basın mensubu olmakla beraber, çabayı görememenin üzüntüsünü yaşamaktayım.
İnternet ve dergi yayıncılığının etkisini ve uluslararası yayınların Türkiye’ye rahatça girebildiğini de düşünmenizi isterim.
Yayınlar için RTÜK diye bir kurum olsa da, bu kurumun “ne işe yaradığı” ve gücünün kime yettiği gibi sorulara hala yanıt bulamamaktayım!
Bugün siyasal, ekonomik, sosyal derin sorunlar yaşanan ülkemizde, özellikle medya aracılığı ile, tehlikeli sonuçları da yaşandığı halde yozlaşma dış kaynaklı ve yerli işbirlikçilerinin yöntemleri ile sürmektedir. Yaklaşan seçim sürecinde bu kez, daha şiddetli ve şer yönlendirmelerin olacağını gözden uzak tutmamız yanlıştır. Üstelik bu kez yabancılar da Türkiye’de TV, radyo ve gazete sahibi olabilecektir. Bunun gerçekleşenleri de bulunmaktadır.

Medya İşbirlikçi, Basın Onurlu, Ama Nerede?

Türkiye’ye biçilen “yeni dünya düzeni” görevinin aracıları medyadır. Ancak medyaya karşı siyasal değil toplumsal karşı çıkışlar olmak zorunludur. Bu nedenle, aile bazlı çalışmaların yapılması, en azından sıcak medya karşıtı kampanyaların yapılması mümkündür. Lakin bunun içinde basına ihtiyaç vardır ki, tüm mesele Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının “stratejilerini” anlamaktadır.
Bu kez “kurtuluş savaşının” geçeceği ve geçmesi gereken öncelikli alanlar Sakarya Ovası değil, TV ekranları ve gazete sayfalarıdır.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın