Her sabah aynı telaşla başlar gün. Kahve makinesinin sesi, telefon ekranında parlayan bildirimler, zihninde biriken yapılacaklar listesi, işe, okula, şuraya, buraya gidişler, aceleyle hazırlanmalar, işe gidilip akabinde eve dönüp yemek yemeler, oturup televizyon izlemeler, WhatsApp’a Facebook’a, Instagram’a göz atmalar, her gün aynı tekrarlar, her gün yeniden… Her gün aynı.. Peki ama neden?.. Gündelik hayat kendi içerisinde birbirini takip eden aynı eylemlerin meydana getirdiği bir kısırdöngü mü? Bir akış mı? Yaşama katılma eylemi mi?
Gündelik hayat sessizdir, yalındır ama yaşam enerjisini içinde taşır. Bizler ise onun içindeyken bile ona karşı kayıtsızlığımızı, küçümsememizi sürdürürüz. Oysa önemsemediğimiz bu eylemlerimiz biz farkında olmadan yaptığımız küçük ritüellerimizdir. Belleğin puslu bölgelerine yapılan onca yolculuk, zihinde dönüp duran nice kırık anı parçası, boşlukta yüzen birbiriyle ilgisiz nice imgenin gün yüzüne çıktığı alandır gündelik hayat. Belki de bu yüzden gündelik hayat, sıradanlığın görünmez büyüsünü içinde taşır.
“Gündelik hayat” dedik, “hayatın sıradanlığı” dedik, “alışkanlıklar” dedik, “tekrarlanan eylemlerimizin toplamı” dedik, “insan varoluşunun en çıplak biçimde kendini ele verdiği alan” dedik. İşte bu yüzden düşünürler bu “küçük anların” içinde olan anlamın peşine düşmüşler. Çünkü orada değerler, kurallar ve davranış kalıpları hüküm sürer. İnsanlar yalnız yaşadıkları mekanla sınırlı olarak değil bu kuralların kalıpları içinde hapsolmuşlardır. Yalnız düşünürler değil, edebiyatçılar, sanatçılar da günlük hayatı eserlerine yansıtmışlardır. Resmi tarih anlatılarında nadiren rastlanan sıradan insanın hayatı, sanatçıların en temel malzemesidir. Bu yüzden bu eserler gündelik hayatın hafızası olarak incelenmeye en uygun sanat türleridir.
Walter Benjamin şehir sokaklarında dolaşan bir gezginin (flaneur) gözünden gündelik hayatı bir tür estetik deneyim olarak görür. Yaşamın anlamını büyük olaylarda değil, vitrin camlarındaki yansımalarda, otobüs durağında bekleşen kalabalıkta, trafik lambasının altında duran insan sessizliğinde bulur. Ona göre gündelik olan düşüncenin malzemesidir, hayatın özüdür.
Aslında her gün aynı sabah telaşında uyandığımızda, aynı çay kokusunu içimize çektiğimizde, aynı işyerine gitmek için sokağa çıktığımızda kendi varlığımızı yeniden kurmuş oluruz. Tekrarlanan bu eylemler eşliğinde kimliğimiz şekillenir, zaman içinde bilincimize öyle bir yerleşir ki, bilinçsizce yaptığımız eylemlere dönüşür.
Belki de gündelik hayat, düşünürlerin iddia ettikleri gibi hepimizin en felsefi alanıdır. Çünkü “nasıl yaşadığımız” sorusuna her gün küçük cevaplar veririz. Örneğin birini gördüğümüzde ilk akla gelen nasılsın sorusu olur. Verdiğimiz cevabı fark etmeden alışkanlıkla “İyiyim” deriz. İşte bu cevabımız bizim gündelik hayatımızı oluşturur. Oysa gündelik hayat, farkına varıldığında bir düşünme biçimine dönüşür.
Lefebvre, gündelik hayatın asıl aktörlerinin kadınlar olduğunu şöyle açıklar:
“Gündelik hayatın ağırlığı kadınların üzerindedir. Kadınlar var olan durumu tersine çevirerek gündelik hayattan bir çıkar sağlayabilirler; ancak her durumda bu yükü taşımaya devam ederler. Birçok kadın bu ağırlığın içinde tutsak kalır.”
Kimi kadın için düşünmek kaçmak demektir; artık görmemektir. Eril otoriteden şikayetçi oldukları halde boyun eğerler. Dolayısıyla kadınlar gündelik hayatın içinde hem öznedirler hem de gündelik hayatın kurbanıdırlar, dolayısıyla nesnedirler.
Simone de Beauvoir’un yorumuna göre “gündelik hayat” yalnızca sıradan eylemler bütünü olmaktan çıkar; toplumsal rollerin, özellikle de kadın kimliğinin yeniden üretildiği bir alan hâline gelir. Ona göre yüzeyde sıradan, ama derinlerde karmaşık bir sahnedir gündelik hayat. Bu sahne yalnızca bireysel eylemlerin değil, toplumsal rollerin de her gün yeniden oynandığı bir tiyatro sahnesidir
Lefebvre ve Simone de Beauvoir‘ın bakış açısıyla ev kadını için durum vahimdir. Kahvaltı hazırlanacak, masa toplanacak, evi düzenli tutma çabası sürecektir, ama tüm bu küçük hareketlerin ardında tarihsel bir yük, kültürel bir “kadınlık” kurgusu taşınmaktadır.
Beauvoir, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” derken, aslında tam da gündelik hayatın bu görünmez gücüne işaret eder. Çünkü kadın olmak, bir anda verilen bir kimlik değil, her gün tekrarlanan davranışlarla yeniden kurulan bir roldür. Gündelik hayat, bu rolün sahnesidir; elbiselerin seçildiği, ses tonunun ayarlandığı, başkalarının beklentilerine göre davranıldığı bir alandır. Ve bu tekrarlar, zamanla doğallaşır, sanki hep öyleymiş gibi.
Felsefe bize sorgulamayı öğretir. “Kadın neden başkası için yaşamak zorunda kalsın?” Gündelik hayat, bu sorunun hem cevabını hem de direnişini içinde barındırır. Çünkü her küçük tercih -toplumda nasıl davranacağın, sokağa çıkmak için nasıl giyineceğin, ev kadını mı, iş kadını mı olacağın, sessiz kalıp kalmayacağın- kadın özgürlüğünün sınırlarını çizer.
Beauvoir “Kadın doğulmaz, kadın olunur” dediğinde, aslında bugünün dünyasına da ayna tutuyordu. Çünkü kadın hâlâ gündelik hayatın içinde sürekli “oluş” hâlindedir: Kadın hem kendisi olmaya hem de toplumun biçtiği rollere uymaya çalışır. İş yerinde güçlü, evde uyumlu, sosyal medyada kusursuz görünmesi beklenir. Çağdaş yaşamın sahnesi genişlemiştir ama kadından beklenen rol değişmemiştir.
Belki de çağdaş kadının isyanı bir sabah kendi sessizliğini bozmasından başlar. Kadın kendine bakarak kim olduğunu sorgular. Kendi suretini selfie’lerde, Instagram, Facebook paylaşımlarında, başkalarının beğenilerinde ararken o nerededir? Bu görünürlük ve sosyal medya çağında bile görünmez bir baskı sürmektedir:
“Nasıl görünmeliyim? Ne kadar uyumlu ne kadar özgür ne kadar ‘doğru’ bir kadın olmalıyım?”
Beauvoir’ın “öteki” dediği şey, belki artık erkek değil; bazen toplumun kendisidir, bazen de kadının içine yerleşmiş sestir:
“Yeterince iyi değil miyim?”
Ama gündelik hayat aynı zamanda direnişin de alanıdır. Bir kadın sabah işe gitmeden önce aynaya bakıp “Bugün kim olmak istiyorum?” diye sorduğunda; çocuğuna rol modellerden değil, kendi deneyiminden bahsettiğinde; sessiz kalmamayı seçtiğinde -o küçük anlarda- felsefe gündelik olanla buluşur. Çünkü özgürlük, büyük sözlerde değil, her gün yeniden alınan küçük kararlarda saklıdır.
Belki de Beauvoir bugün yaşasaydı, kadınların gündelik direnişini sosyal medya paylaşımlarında, sokakta, iş yerinde, evde -yani sıradan hayatın her yerinde- görür ve şöyle derdi:
“Kadın hâlâ olmaktadır.”
Ve bu “olma” hâli, kadının tüm mücadelesi, kadının en sahici özgürlük arayışıdır.
