Bir Mehmetçiğin askerlik hatıraları (1916-1922)

Köy muhtarı elinde bir kağıtla gelerek askeri muayene için çağrıldığımı söyledi. Pazartesi günü Denizli’de askerlik şubesinde ihtiyat askerliğini yapmakta olan babam Halil Ağa ile beraber yoklamaya gittik. Yoklamada yaşım 18 olmasına rağmen askerliğe elverişli kaydını aldım. Doğruca askerlik şubesine götürdüler. Askerlik şubesi binasının bodrum katına hapis ettiler. Akşam üzeri babam gelerek şube reisinden müsaade almak suretiyle çıkardı ve köye gittim. İki gün sonra babamdan bir haber; “Sevk olacaksın, Denizli’ye gel”…

İcap eden hazırlığı yaparak Denizli’ye gittim, yine hapishaneye atıldım. İki gün sonra beş yüz arkadaşımla künyelerimiz okunarak sevke hazırlandık. Bu zamanlarda banknota itibar edilmediği için gümüş ve altın para tedariki bir hayli müşkül oldu. Fakat babam bu işi de halledip bir miktar gümüş ve altın para tedarik etti. İçi boş olan dokuma bez içersine koyup belime sardım.

1916 yılının Nisan ayında İstasyonda tekrar künyelerimiz okunmak suretiyle vagonlara balık istifi yerleştirildik, kapılar üzerimiz kilitlendi. Uğurlama çok kalabalık oldu. Ağlayan, bağıran, çağıranların gürültüsü arasında tren düdüğü çaldı. Bağırma çağırmalar daha kuvvetli ve şiddetli hal almakla beraber trenin de uzun uzun sinyal vermesi, vagonlardan rengarenk mendillerin sallanması manzarası içerisinde istasyondan ayrıldık…

Birinci Harb-i Umumi bütün şiddetiyle devam ediyor. Nereye, hangi cepheye gidiyorduk? Dönmek nasip olacak mı, yoksa evlerimizden ve ailelerimizden bir daha görmemek üzere mi ayrılmıştık? Herkes bu düşüncelerle meşgul. Nihayet trenimiz ertesi gün öğleye doğru İzmir Kemer İstasyonu’nda durdu. İstasyon yakınında etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir binaya, o zamanın usulü yine hapis edildik.

Askerliğin tabii icaplarından olmasına rağmen burada ilk karşılaştığımız manzara bizleri korkutmadı değil. Binanın zemini büyük taşlarla döşeli, biz bu taşlar üzerinde yatacaktık. O gece yattık. Sabahleyin verilen karavana keza aynı tesiri yapmaktan geri kalmadı. Büyük karavana içinde soyulmadan doğranmış patatesler adeta kanatlı gibi dolaşıyor. Bunu bir çoklarımız yemedik, çantalarımızda bulunan kumanyalardan yedik.

Burada da herkes nereye gideceğini birbirine soruyor. “İzmir’de kalacakmışız”, “Çanakkale’ye gidecekmişiz” gibi bir çok havadisler çıkarılıyordu… Akşam üzeri bir düdük sesi hepimizi düşüncelerimizden ayırdı. Sıra olduk, ikişerli kol halinde yürüdük. Basmahane İstasyonu’nda kara vagonlara yerleştik. Bu hal artık fikrimizi işgal etmekte olan “Nereye?” sualinin cevabını vermiş oldu. İstikamet Bandırma yolu ile Çanakkale idi…

Akşam vapur hareket etti, gece üst kattan ambara düşmek suretiyle bir arkadaşımızı kaybettik. Ertesi günü birinci Harb-i Umumi’nin en kanlı cephesi olan Çanakkale’nin Akbaş İskelesi’ne vasıl olduk. Vapurdan indikten sonra istirahat emri verildi. Artık etrafımızda muhafız nöbetçi falan yok…

Talimgahta günde sekiz saat talim, iki saat ders, gece yürüyüşleri gibi sıkı ve yorucu bir talim terbiyeye tabi tutulduk. Yemek cihetinde ise düşmandan kalmış olan konserve kutularından istifade ediyorduk. Talim haricinde Kitre Köyü önlerindeki muhabere yerlerini geziyor, buralarda toprak altında, ötede beride kalmış olan konserve kutularını alıp talimgahta yiyorduk. Bu hal bir ay kadar devam etti, sonra yavaş yavaş tayın ve karavanaya kaldık. Bu ise kalori verecek gıda değildi, bir taraftan gıdasızlık, paran olsa da satın alınacak gıda malzemesi ve o civarda askerden başka kimse yoktu… Diğer taraftan yorucu talim terbiyeden sonra hastalık ve zafiyetler başladı… Kitre Köyü’nün Seddülbahir, Çamlıdere, Kerevizdere, Tekeburnu, Zığındere, Kanlıdere, Kabatepe, Arıburnu, Anafartalar, Conkbayırı, Süngübayırı. İnsan, toprak ve çelik, bir biri ile boğuşmuş, yoğrulmuş, yarısı toprak altında, yarısı dışarıda binlerce şehit… Her taraf et kemik, tüfenk, süngü ve mermi parçaları, ayağını basacak boş yer bulmak imkansız. Kirte Köyü ile Çamlıdere arasında bir yerde yağmurdan sonra gezmeğe çıktığımda çukurlara birikmiş suların dahi kırmızı olduğunu gördüm…

Yolun sağ tarafında Mustafa, sol tarafında ben yürüyorum. Mustafa benden biraz daha ileride. Bir de ne göreyim, yolun içinde pide şeklinde sacda yapılmış bir ekmek, ama güneşten o kadar kurumuş ki yeme imkanı yok. Ne de çok sevindim. Mustafa’yı çağırdım, “Ekmek buldum” dedim, inanmadı, “Benimle alay ediyorsun” dedi. İki taş bulup ekmeği ufalayıp yemek üzere yolda yürürken yine bir ekmek, biraz daha ileride tekrar, bir daha derken 5-6 ekmek bulduk. Artık keyfimiz yerinde biraz olsun yiyebildik. Ekmekleri Mustafa’nın çantasına doldurup yürüdük, Sarayönü İstasyonu’na kadar bu ekmeklerle idare ettik…

15 Mayıs 1919 tarihinde başçavuş muavini oldum, artık 25 kuruş maaş alıyorum. Onbaşılar 10 kuruş, çavuşlar 20 kuruş, başçavuş muavinleri 25 kuruş, başçavuşlar 30 kuruş maaş alırlardı. O zamanın rayicine göre ancak bir lokantada bir defa yemek yenebilirdi. Bunu söylemekteki maksadım vatan hizmetimizin nelere tahammül edilerek yapılmakta olduğu hakkında bir fikir verebileceğidir…

Akşam olmak üzere, ayağımdaki fotinin yüzü yanıp parçalanmış, yalnız köselesi kalmış. Açlık susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk adım atacak halimiz yok. Şimdi ne yapacaktık, nereye gidecektik, dağda, ormanda kalmak çok tehlikeli.

Afyon’un Saadet Köyü’nde bulunan bölüğe iltihak ettik. Tabur efradının yarıdan fazlası Denizlili, hatta kendi köylülerim de var. Annem, babam, kardeşim hakkında onlardan izahat aldım. Çünkü onlardan ayrılalı 6 yıl olmuştu. Küçük bıraktığım 1316 tevellütlü kardeşim asker olarak 6. Fırka’nın hücum taburunda imiş. Buradan babama Afyon’a gelmesi için bir mektup yazdım. Gelmiş, fakat ben geldiğimin 15. günü hastalanarak Konya’ya hastaneye gitmiş olduğumdan maalesef görüşemedik…

Çamlıtepe’de ayaklarımın altının fena halde acımakta olduğunu hissettim. Kibrit ışığı ile baktım ki ayağımdaki yemenilerin altı hiç kalmamış. Bir gün evvel bölüğe verilmiş olan bir sığır derisinden neferlerin yapmış olduğu çarığı yemenilerin üzerine çektim, fakat bir türlü durduramadım. Yemenileri çıkararak çıplak ayakla giydim yine ayağımda durmadı. Altı olmayan yemenilerimle yürüyüşe devama mecbur kaldım…

Birinci manga onbaşısı; “Manavgatlı Hasan’ın göğsü acıyormuş” dedi. Takım karanlıkta ayakta, kendisine sordum “Biraz acıyor” dedi. Göğsünü açtırdım, gösterdiği yere elimi sürdüm, parmağıma yapışıklık geldi. “Hasan galiba düşmüşsün, göğsüne bir şey dokunmuş” dedim. Çantasını çıkartarak arkasını açtığımdan biraz daha fazla kanamış olduğunu gördüm. Dikkatlice baktığımda bir mermi sağ memesi üzerinden girmiş, arkasından çıkmış. Bizim Hasan’ın haberi yok, ancak burada toplandığımızda acısını hissetmiş…

Düşmanın attığı bir aydınlatma fişenginin ışığından istifade ederek vaziyeti görebilmek ümidi ile diz çökmüştüm ki önümde bir patlama oldu. Karanlık içerisinde gözlerimin daha da karadığını hissettim, bayılmışım. O vaziyette ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Uykudan uyanır gibi uyandım, derhal kendimi toplamak istedim. Sol ayağımın sanki sonradan takılmış gibi hissiz, irademe tabi olmadığını anladım. Elimle yokladım kan bulaşığı var, ayağa kalkmak istedim, kalkamadım…


***

1916 yılından 9 Eylül 1922 tarihine uzayan, 1936 ve 1941 yılında tekrar silah altına çağrılan, üsteğmenliğe terfi ettirilen, farklı cephelerde bizzat ateşin içerisinde vatani görevini yapmış 12046 numaralı İstiklal Madalyası’nın sahibi, rahmetli H. Hüseyin Özefe’nin yaklaşık altı yıl süren Çanakkale, İstanbul, Trabzon, Rize, Hopa, Ardahan, Kars, Batum, Ankara, Afyon, Uşak, İzmir, Urla, ve Çeşme’ye uzanan askerlik yaşantısının küçük bir bölümüne yer verdim. Dedesi Hüseyin Özefe’nin askerlik hatıralarını benimle paylaşan Sayın Eralp Özefe’ye teşekkür ederim. Vatanımız böylesine inançlı, fedakar, yurtsever insanlar tarafından kurtarıldı.

19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın