Hele de televizyonlar…
Herkes yorumcu, herkes filozof, herkes alim…
Üstelik duyduğumuz rakamlar da doğruysa, bu soytarılıklara ödenen bedeller dudak uçuklatır vesselam…
Hal böyle de olunca, üç günlük siyasetçi, polis, vali, kaymakam, başkan, müdür, işadamı kafası estiğinde sağa sola “gazetecilik” dersi de verir ya, gel de yap mesleğini iç rahatlığıyla…
Ama nasılsa memleketimde ideolojilerden değerlere her kavramın içi boşaltıldı…
Hepimize her fırsatta, her olay ve şartta sağdan, soldan egemenler “yersen” hareketi çekiyor ve nasılsa “yiyoruz ki” bir türlü gerçeklerle yüzleşip iki yakamızı bir araya getiremiyoruz.
Başlıkta “Şu İzmir’in halleri” dediysek de, yaşadığımız yer İzmir olduğu için vurgu yaptık. Yoksa ha İzmir ha Türkiye hatta Dünya… Çok da değişmiyor o kapkara insanlık gerçeği… Lakin son yıllarda sanki daha bir sertleşti, acımasızlaştı o “gerçek”!
Paran varsa, zenginsen…
Hem paran hem de makamın varsa…
Hem paran hem makamın hem de yalaka, yandaş sayın fazlaysa…
İşte o an “egemensin” ya da daha büyük “egemenlerin” hizmetindesin…
Halk dediğimiz topluluksa…
Neyse, bence ne demek istediğimi anladınız siz.
Antik Çağda da, daha sonraki çağlarda da durum aynı asında… Ya da bendeniz “bugüne” bakınca öyle olduğunu sanıyor olabilirim…
“Şu İzmir’in halleri” dedik ya? Gerçekten de yaşadıklarımızı “taraflı” olsak da objektif değerlendirebiliyor muyuz? İsa’dan 2014 yıl sonra hala cehalet denizinde yüzüp, bize dayatılanları “doğru” sanıp sefaletle cehaletin kol kola yürüyüşünü de “kader” olarak görebiliyoruz, değil mi?
Naldöken’de bir çok çocuğumuzun, birileri daha çok çimento üretip daha çok zengin olması pahasına hasta büyüdüğünü bildiğimiz halde görmezden gelerek acaba hangi çağdaşlık, gelişmişlik, modernlik, insanlık kriterini kabullenmiş oluyoruz?
Ya da Altındağ’da taş ocakları, mıcır ve çimento fabrikasının dibinde okul açıp öğrenci doldurarak hangi “sevabı” işliyoruz?
Ya Damlacık?
Bir garip tünel delmek, yine birilerini “abad” etmek uğruna hatıralarımıza yapılan zulme sessiz kalarak tarihin hangi sayfasında nasıl anılmayı düşünüyoruz acaba?
Ramazan geliyor ya? Asgari ücret sefaleti, örgütlenme yasakları, her türlü ayrımcılığın ortasında, taşeron patronlarının sponsorluğunda açılacak iftar çadırlarıyla nasıl bir cennet düşleniyor acaba?
“Diploma cehaleti alır, eşeklik baki kalır” diye bir söz vardır, bilirsiniz…
Bu sözdeki “eşeğin” saygıyı sonuna kadar hak ettiğini düşünüyor ve tüm “eşeklerden” özür diliyorum ama, yürekler sızlamayı unuttuysa diploma gerçekten işe yaramıyor. Taşeron denen sistemin, insanlık tarihi kadar eski olduğunu da hatırlatıyorum arada…
On iki yıldır bir program sunuyorum İzmir televizyonlarında. Bazen “kan kusup kızılcık şerbeti içmiş” pozunda çıkıyorum yayına. Önce İzmir TV şimdi Kanal 35 TV… Açıkça söylüyorum, her iki televizyonda da özgürlüğümün sınırlarını kendim çizdim. Doğrular da yanlışlar da bana ait. Zaten özgürlüğümü tehlikede gördüğümde kendim ittim sehpamı altımdan… Yazmayı sürdürürken tatsız bir olayla ara verdim… Şimdi de devam işte…
Ama merkeze ayrımsız insanı koymadan, sevgiyi temel etmeden ve menfaati de hesaplamadan cennete çevirebiliriz hayatı…
Yoksa…
Yoksa…
Neyse… Devamını da yazarız dedim ya? Bu da böyle karma karışık oluversin…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.