Yıl sonu temizliği ya da bir yazarın not defterinden

Gevezesi bol, çalçene katsayısı yoğun ve herkesin her konuda söyleyecek bir sözü olduğuna inanılan bir ülkede, dil her gün biraz daha fukaralaşıp, günlük 30-40 sözcük kullanımına nasıl iner? E hani, işleyen demir ışıldardı? Felsefeyi yalnızca atasözü ve deyimlerle halleden bir coğrafya, artık böyle şeyleri bile düşünecek halde değil midir?

İlaveten, böylesi soruları sormayı aklına getiremeyenler cennetinde, elin oğlunun yaptığı –sözgelimi Fransız Kültür Merkezi önündeki pankart- “Zaten 5000 sözcüğü biliyor ve kullanıyorsun, gerisini de biz öğretelim” çağrısından, Türkçe adına utanmak olası mıdır? Pısst, muhafazakar! Önce sana soruyorum. Herşeye tebelleş olup, belirlemeye çalışıyorsun, ne olacak şu “dilin” hali?

***

Kent meydanlarının aynı zamanda “agora” kimliği taşıdığı-taşıması gerektiği, çağdaş ülkelerde demokrasi göstergesi olduğu, onurların, hüzünlerin, sevinçlerin, önemli günlerin topluca yaşandığı “nefes alma” mekanları olduğu malum. Çağdaş demokrasiler, kent meydanlarını, taleplerin, itirazların, hak arayışlarının dillendirildiği, kamusal özgürlük coğrafyaları olarak tanımlıyor. Bizdeki “agorafobi” malum. Toma, kask, cop, bariyer ve biber gazı tüplerinin de katkısıyla, böylesi kullanımlarda, meydanların nasıl terörize edilip, ürkütücü hale getirildiği de malum. Anlatılmaya çalışılan, meydanları kullananlarla, kullandıranlar arasındaki demokrasi olgunluğumuzun tezahürleridir. İlaveten, durumumuz haliyle tezahüratı hak etmemektedir.

“Yahu, Meksika kaktüs saksısına benzer Konak Meydanı dışında, elinde yalnızca Cumhuriyet Meydanı kalmış bir kentte yaşıyoruz, sen nelerden söz ediyorsun?” diyebilirsin. “Bizde meydan dediğin, rezili çıkmış trafik soluk alsın diye yapılan, döner kavşak ve göbeğine dikilmiş mevsimlik çiçeklerdir” diyebilirsin. Hatta coşup, yıllarca emek verdiğimi unutarak, 9 Eylülleri anımsatıp, “Kentin kurtuluşu-cumhuriyetin kuruluşu nasıl da coşkuyla kutlanıyor, görmüyor musun?” diye, beni hizaya sokmaya da çalışabilirsin. İyi de kardeş, Cumhuriyet Meydanında Atatürk Anıtı ve o günlerde asılan bayraklar dışında, bu nutkunu kanıtlayan ne var? Anlatamadım mı? Anlatayım, başını kaldır ve meydanı çevreleyen binaların levhalarına bak. Kaç tane Türkçe levha var? Say ve söyle, sonra konuşalım! Ben saydım, yabancı sermaye elindeki telefon şirketinin adıyla birlikte, iki bilemedin üç tane.

Pek mi ulusal oldu? Valla bu kadar sulusallığa, şuncacık ulusallığı bağışlayıver gari.

***

Profesyoneller, işlerine amatörler kadar sahip çıksalar, meslek dallarına yönelik saldırılar bu kadar zıvanadan çıkmaz. Ne demek istiyorum? Sanata ve başta ödenekli sanat kurumlarına her açıdan yüklenilirken, bu kentte de “Dur bakalım, itiraz ediyor, reddediyoruz” mealinde toplantılar gerçekleştirildi, basın açıklamaları yapıldı. Oralarda mesleği-uzmanlığı-ekmeği sanat olanlar neredeyse hiç yokken, “meseleye” küçümsedikleri, görmezden geldikleri “amatörler” ve bir avuç sanatsever sahip çıktı.

Alınlarda olması gereken ışık, ceplerde günü kurtarma fenerine dönmüştür desek, bize kızarlar mı? Sözü Çehov’a bırakmanın zamanıdır; yüzün çarpık kardeş, aynaya kızıp, tuzla buz etsen ne yazar?

***

“Kentsel dönüşüm” mü dediniz? Pardon, işitemedim, “kent ve kentlilik bilinci” mi dediniz? Yazar arkadaşınızın yıllar önce yazdığı “Kentler, onlara sahip çıkanlarındır” sözünü, otobüslerde, pankartlarda okudukça, hoşunuza mı gidiyor? Boşverin onları, örneğin bu kentin vicdanlarından “kent gözlemcisi” Orhan Beşikçi’ye atılan yumruklardan haberdar mısınız? Orhan Abi’ye değildi o yumruklar. Hepsi ahlakımıza, kentliliğimize, çağdaşlığımıza vurulmuştu. Hissettiniz mi? Olmadı mı, teğet mi geçti? Buyurun, boyoz yumurta, imbat, roka muhabbetinizi sürdürün öyleyse! Sahi ne oldu, bu saldırı işi? Yoksa, daha bu mesele çözülmeden, daha beterleri mi yaşanmaya başladı?

***

EXPO’yu alacağız, başka yolu yok! Geçmiş deneyimler, sözgelimi karar toplantısı salonlarında, elde bayrak deli danalar gibi “kazandık” çığlıkları atmakla, hiçbir fikri olmayan “anchorman” tayfasının sazan gibi atlayıp, memlekete yalan yanlış haber vermesiyle falan olmayacağını kanıtladı. Bu kadar önemli ve küresel bir etkinliğin, kamuoyunun algılayamadığı çekişmeler, magazin haberler bir yana, soluk renkli flamalar, önünden geçene hiçbir şey anlatmayan maketlerle başarılmayacağını hissediyoruz.

Bir kentli olarak meselenin önce hemşerilere anlatılmasını, ortak edilmesini; hasbelkader bir sanatçı olarak, başta kültür ve sanat olmak üzere, kentin dinamiklerinin mutlaka sürece paydaş kılınmasını istiyor ve bekliyoruz. Elbette AB üyeliğinden kimsenin artık söz etmemesi (oysa ne muhteşemdi gün ortasında havai fişekler, “Viyana’yı aldık” mealinde nutuklar!), Eurovizyon’a “milli mesele” yüklemesinden vazgeçilmesi gibi, duygusal ve kırılgan sonuçlar yaşamak istemiyorsak… İyi niyetli, samimi ve alçakgönüllü bir taleptir. Bakalım…

***

Sizi bilmem, ama ben İzmir futbolundan artık hoşlanmıyorum, konuşmuyorum, mevzu açılınca tüyüyorum. Yok yok, alt liglerde bile tutunamama olasığımız yüzünden değil. Taraftarlarımızın, kendilerini ancak taş, sopa, kavga ile var ettiklerini sanmalarındandır ve daha elimi, basınımızın bunları neredeyse kahramanlık olarak göstermesindendir bu tavrım. Çocukluğumun geçtiği stadlara, yıllardır adım atmışlığım yok. Ama, yolum ne zaman Basmane tarafında düşse, o yapayalnız uçuşan Altınordu bayrağı, Damlacık’tan inerken Metin Oktay’ın gözleri, Hatay’dan geçerken İzmirspor’un levhası, Karşıyaka’ya yolum düştüğünde spor kulübünden çok lokanta havası taşıyan o binalar, büfe kulübelerinden bozma semt kulüplerinin önündeki kara tahta-tebeşir kardeşliğiyle, “maçımız var” diye atılmış sessiz çığlıklar… Ve bir masal kahramanı gibi, bir köşede duran iki katlı Göztepe otobüsü… Gözlerimi yakıyor, ruhumu eziyor.

Diyeceksin ki, sanat ne kadarsa spor o kadar, bilim ne kadarsa Konak Meydanı’nın akşam saatlerinde “Kahire’den döküntü bir sokak” görüntüsü o kadar… Bana susmak düşüyor.

***

Yıl sonu temizliği niyetine, yazarın bohçasından ilk ağızda dökülüverilen notlar okudunuz. Sözü uzatmak olası, ama bunalmamak ve bunlatmamak gerek.

“Sevmek… Sevmekle başlar herşey” der Sait Faik ve ekler; “Burada herşey sevmekle bitiyor.” Eklediği sözlerin, hiç yaşanmamasını diliyorum, yılın son gününde bu satırları yazarken.

Çünkü “Sevgilim İzmir”, sevilmeyi ve gereğini çok hak ediyor.
Bu gece, yeni yıla girerken, umutlarınıza kentinizi de ekleyiniz.
Çünkü, kent sizsiniz. Nimetlerinden yararlanırken, isteklerini görmezden gelemezsiniz. Bu, önce kendinizi reddetmektir. Öyle ya, çünkü kent sizsiniz ve siz ne iseniz, ancak o kadardır kentiniz.
İyi yıllar. İçerdekine, dışardakine, daldakine, diptekine, bir iş yapma ve hayata yakışma saadetinden başka, hiçbir beklentisi olmayana, dünyanın cümle iyi kalpli insanlarına.

Çünkü dünya hala dönmeyi başarabiliyorsa, onlar sayesindedir…

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın