Yaşamak dediğin…

Gerçek öyküleri seviyorum ben. Çünkü, hayali olmayan yaşanmışlıkları paylaşmak insanları doğru yorumlamama yardım ediyor. Bu, ileride karşılaşacağım zorluklara karşı, öngörülü ve tedbirli olmam için bir katkı sağlıyor.

Farklı hayat hikayeleri dinledikçe, diğer insanlar hakkında empati yapabilmem kolaylaştı. Bu sayede, her insanın aslında, kendi hayatının kahramanı olduğunu anladım. Her yeni öyküde en çok kendimi, biraz başkalarını buldum. En önemlisi, farklı mücadelelerle yaşama tutunmaya çalışanların direnci, bana “dünyanın merkezinde” olmadığımı öğretti.

Sıradan görünen, bana göre, olağanüstü bu hayatların öyküsünü, kendi duygusal etkilenmelerim ve gözlemlerimle harmanlayarak sizlere de aktarmak istedim.
Severseniz gökten üç elma düşecek; birisi sizin, birisi öyküsü dillendirilenin, birisi de benim başıma!

***

Gitmek mi zor, kalmak mı?

Depresiv çalkantılar yaşadığım bir gece. İçimden hayata ve kendime lanetler okuyorum. Allah’la kavga ediyorum, yumruklarım sıkılı. İsyan mırıltıları dökülüyor sinirden kenetlenmiş dişlerimin arasından. Geçmişte işlediğim günahlardan sorumlu tutuyorum kendimi. “Bitmedi işte cezan, bitir artık” diye yalvarıyorum bir yandan da evrenin yaratıcısına, “Ya da, şu dakika canımı al, kurtulayım”…

Fatou ile göz göze geliyoruz. “Neyin var senin, iyi değilsin bu gece?” diye soruyor. “Evet, iyi değilim” diye geçiştirmek istiyorum. “Hayat” diyor, “Büyük bir mücadele ve herkes için zor”. Dokunsa ağlayacağım zaten. O derece dolmuşum. ”
Fatou, bıktım artık, dayanamıyorum”. “Biliyorum, ben senden farklı değilim, bak, çocuklarımdan uzağım. Ama katlanıyorum, yapacak başka şey yok”.

Yüzü aşkın, zengin yaşlının kaldığı bakım evinde, gece vardiyasından sorumlu tek hemşireyim. İlacını bekleyen hastalarım var. Acele etmem gerekiyor. Ancak, hastabakıcılarından yardımcım Fatou’nun “Çocuklarımdan ayrıyım” lafı hançer gibi böğrüme saplanıyor. Bir sandalyeye yığılıyorum.

– “Neden, çocuklarından ayrı kalmak zorundasın, pekala dönebilirsin?”
Sesinin birden çatallaştığını hissediyorum. Yutkunarak, kelimeler teker teker dökülüyor ağzından.
– “O kadar kolay değil, gidersem bir daha dönemem, kağıtlarım yok.”
– “Ne kağıtları?”
– “Çalışma iznim yok!”
– “Neee!” diye tiz bir çığlık atıyorum. “Öyleyse hala burada nasıl çalışıyorsun?”…
– “Bilmiyorlar Nisi”… (Amerikalılar ismimi söylemekte zorlandıklarından böyle teleffuz ediyorlar) “Çalışma iznimin süresi yıllar önce doldu, ama buradakiler farkında değil”.
– “En son ne zaman gittin ülkene?”
– “Dokuz yıl önce”.
– “Nasıl yani, dokuz yıldır çocuklarını hiç görmedin mi?”
– “Görmedim Nisi” derken, gözyaşlarına engel olmak için dudaklarını ısırdığını fark ediyorum. O an yerimden kalkmayı, ona sarılmayı arzu ediyorum. Hayır, yapmıyorum. Yapmayacağım. Bu sahneyi daha da dramatikleştirmeyeceğim.
– “İşimi bitireyim, sonra konuşuruz” diye birden fırlıyorum sandalyeden. Halıları süpürmeye devam ediyor, her zamanki gayretkeşliği ile…

Çok hoş bir kadın Fatou. Aslen, Afrika’nın en batısı Senagal’den. Fit ve bakımlı. Her gece yürüme bandına çıkıp düzenli olarak yarım saat egzersiz yapıyor. Evinde hazırlayıp getirdiği sebze yemeklerini yiyor sadece. Yağsız, haşlanmış yeşillikler çoğunlukla. Kendine gösterdiği özene imreniyorum. Aksanlı konuşması, vurgulama biçimi, cümleleri çiviliyor kulağınıza. Grameri iyi değil ancak, günlük İngilizce diyaloglarında sorunu yok. Çok çalışkan. İşini yaparken ibadet ediyor sanki. Zeki, mütevazi ve en önemlisi, son derece saygılı. Etrafımdaki yabancı (yerli Amerikalı olmayan) düşmanı haset çemberine karşı en büyük koruyucum. Kulakları hep açık. Hakkımda en ufak olumsuz bir söylenti olsa veya birileri arkamdan kuyumu kazmaya hazırlansa hemen gelip uyarıyor. O, benim bembeyaz kanatlı siyah meleğim.

İlk tanışmamızı hatırlıyorum. Anadilinin Fransızca, üstelik ülkesinde iken ilkokul öğretmeni olduğunu öğrendiğimde, Fransızca ders vermesini istemiştim. Fırsat yakalayamadık bir türlü. Yemek molasında başlıyoruz sohbete.

– “Sekiz yıl aradan sonra ilk gördüğümde, bilgisayar camının arkasında çocuklarım, ağlamadım. Tenlerini hissettiğim son andan beri, her gün, her saat, her dakika ağlıyorum zaten içimden.”
Bunu söylerken, korka, korka bakıyorum yüzüne. Kendini salıverip ağlayacak mı? Korkum; o ağlarsa, biliyorum, dayanamayıp ben de koyvereceğim. Güçlü bir iradesi olmalı. Yüz hatları gerilip, sesinin tonu kırılganlaşsa da teslim olmuyor duygularına.
– “Ne konuşuyorsun onlarla? Seni özlüyorlar mı? ‘Anne, yeter artık, gel’ demiyorlar mı?”
– “Büyük oğlum hatırlıyor beni. Bıraktığımda 7 yaşındaydı. En küçük oğlumu, babası, hiç görmedi, ekran karşısı hariç. Doğduğunda Senagal’deydim, babası Amerika’da. O da en son kucağıma alıp kokladığımda 15 aylıktı. Ortanca kızım ise 2 yaşında idi. Bana ‘anne’ demiyorlar. Anne olarak kızkardeşimi tanıyorlar. O’nu ‘mama’ (anne) diye çağırıyorlar, büyüten, bakan, okula getirip götüren kimseyi. Kızım şimdi 11 yaşında. Kargo ile cicili, bicili elbiseler gönderdiğimden beri, beni sevdiğini söylemeye başladı. Büyük oğlum ‘Dön anne, seni özledim’ demekten epeydir vazgeçti. İki sene sonra buraya, yanıma gelmek istiyor. Kesin dönüş yaparsam, Amerika’ya gelemez.
“Gelmesin zaten” diyecek oluyorum. Amerika’daki eğitim sistemi hakkında haklı bir tespitte bulunarak, lafı ağzıma tıkıveriyor.
– “Babası da, ben de çocuklarımızdan yıllardır ırak yaşıyoruz. İsteseydik belki, onları da yanımıza aldırabilirdik. Ama, burada, Amerikan kültürü ve eğitim sistemi içerisinde yetişmelerini istemedik. Amerikan halkını görmüyor musun Nisi, dünyadan haberleri yok. Tüm dünyayı bir tek Amerika’dan ibaret zannediyorlar. Dünya coğrafyası, yeryüzündeki diğer halkların varlığından dahi haberdar değiller. Afganistan, Irak gibi ülkelerin adlarını ancak çocukları bu ülkeye savaşmaya gittikten sonra öğrendiler. Bizim ülkemizde daha iyi bir eğitim veriliyor. Ayrıca, çocuklarımızın Amerikan ahlakı ile yetişmesini de uygun görmedik. Ancak, Amerika üniversite eğitimi için avantajlı olabilir. Yüksek öğrenimde uzmanlık alanları ve araştırma faaliyetleri çok daha zengin ve çeşitli”.
– “Öyleyse bunca ayrılık acısı niye, neden çocuklarının yanında kalıp, yetiştirmiyorsun onları? Burada, vatanından uzak, değer mi bunca sıkıntıya katlanmaya?”
Az evvel ki sesinin kırılganlığı, güçlü bir aslan kükremesine dönüşüyor. Adeta, idamla yargılanan sanık sandalyesindeki bir mahkumun savunma mekanizmasıyla 9 yıllık ayrılıkların, cefa ve üzüntülerin hesabını veriyor.
– “Buradan gönderdiğimiz para sayesinde, Dakar’da (Senegal’in başkenti) en iyi okulda okutabiliyoruz çocuklarımızı. Orada mükemmel bir eğitim alıyorlar. Onlara iyi bir gelecek hazırlıyoruz. Senegal’de kalsaydık, bunu yapacak gücümüz olmazdı. Benim öğretmenlik maaşım yeterli değildi. Eşim iş bulmakta ya zorlanıyordu, ya da bulduğu işler ekonominin kötülüğü yüzünden uzun süreli olmuyordu”.
Bu kez Fatou bana soruyor, “Sence değmez mi?”… Başımı öne eğip, yorum yapmaktan kaçınmaya çalışıyorum.
– “Nasıl geldin buraya, niye illa da Amerika?”
– “New York’a bavul ticareti yapmak için gidip gelen teyzemin her seferinde aşıladığı zengin olma hayalleriyle bir Amerika rüyasına kapıldım. İyi semtlerden birinde büyük bir ev almak istiyordum. İlkokul öğretmenliği, güzel bir ev sahibi olabilme düşünün yanında, bana cüce kalan bodur ağaçıymışım hissini vermeye başladığında; ‘Haydi’ dedim kocama, para biriktirir, çocuklarımızın geleceğini kurtarırız hiç olmazsa.”
Gözlerimi bir an kapatıp Fatou’yu bir sınıfta, küçük talebelerine ders anlatırken hayal ediyorum. Bilge ve anaç bir kadın havası var onda.
– “Başarılı bir öğretmen miydin?”
– “Evet” diye başıyla onaylıyor. “Müfettişlerden en yüksek değerlendirme notlarını alırdım her dönem.”

Bu idealist öğretmen şimdi Amerikalı yaşlı hastaların kıçını, başını temizleyip, tuvaletlerini temizliyor, yer paspası yapıyor. Kimi zaman kaprisli ya da bunak hastaların azarlamasına, bazen tacizine maruz kalıyor. Bunları yaşamaktan hiç gocunmuyor mu peki?

– Hastabakıcılıkdan ve temizlik işçiğinden ziyade yabancılara uygulanan ayrımcılık en çok ağırıma gideni. Ülkemde birici sınıf vatandaştım. Bir öğretmen. En önemlisi çocuklarımın annesi. Bana saygı duyuluyordu. Kimi zaman horlanıyorum, haksız ithamlarla karşılaşıyorum. Katlanması zor olsa da sesimi çıkaramam. Buradan çıkartırlarsa başka yerde iş bulmam mümkün değil.

Belki onu ikna edebilirim diye bütün naifliğimle, gemileri yakması ve ülkesine dönmesi gerektiğini söylüyorum. Bir ümitle, gözlerimi gözlerine dikip “Ha Fatou, ne dersin, yapamaz mısın?” diye soruyorum.

Kendinden emin, kararlı bir ses tonuyla, “Hayır, geri dönüş yok Nisi, iyi bir ev alacak para biriktirinceye dek kalacağız.. Yukarıda Allah (Müslüman olan Fatou parmağıyla tavanı işaret ediyor) yardım edecek, bir gün Dakar’da istediğim gibi bir ev alacağım, o zaman ülkeme prenses olarak dönüp, bir prenses gibi yaşayacağım” diyor.

Boğazımdaki düğümleri çözmeye uğraşırken, “Fatou, çocuklarınla paylaşacağın zamanı kaçırıyorsun, buna değmez, bana saray bahşetseler bir dakikamı ayrı geçirmek istemezdim” diye yakasına yapışıp, sarsmak istesem de dudaklarım yapışıp kalıyorum sus pus.

Aslında, öznel hikayem bir bakıma onunkine benziyor. Benzemese bile, benzerlik kurabiliyorum binbir bahaneyle. Anlamak yetmiyor, anlarmış ya da anlayabilirmişsin gibi sahtecilikler. Yüreğini kanata kanata dinlemek ve paylaşmak çoğaltıyor kendini bir başkasının yerine koyabilme becerini, azaltırken dert diye bildiklerini okyanusta bir damla minnacıklığına!

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın