Türkiyeye dönüş zamanım yaklaştıkça kendimi daha fazla dışarı atar oldum. Amacım kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendirmek ve bir araya geldiğimizde sizlere anlatacak fazladan birkaç şey bulmak. İşin doğrusu, dilimin ucuna yeni dünyayı keşfetmek sözü geliyor ama bilmem kaç yüzyıl önce bunu yapan birisi olduğu için böyle bir zevzekliğe hiç girişmiyorum.
Kanadada yaşadıklarımı, buraya geliş maceramı ve diğer notlarımı sizlerle buradan paylaştım. Üstelik bu yazılarım bir çoğunda eğlenceli bir dil kullanmaya ve sizleri sıkmamaya da özen gösterdim. Bazen kendi tuhaflıklarımı da dile getirdiğim bu yazılarda, ağırlıklı olarak Türkiye ile Kanada arasındaki yaşam farklarını ortaya koymaya çalıştım.
Türkiyede iken tüm saflığım ile Ülkem için ne yapabilirim? diyerek uyanan bendeniz; akşam yatmadan önce Olamaz böyle bir ülke! diyerek uyuduğu için, iki ülke arasındaki yaşam farklarını ortaya koymak ilk başta benim için zor olmadı. Fakat zaman içinde Biz dünyanın neresindeyiz? Dünya bizim neremizde? sorusunu yanıtlamak, beni biraz daha farklı düşünmeye yöneltti.
Bunu bir örnek ile açıklayacak olursam; bir araba kullanırken dikiz aynasından bakarsanız olması gereken şeyleri tersinden görürsünüz. Yani soldan giden aracı sağda; sağda olması gereken gözünüzün solda algılamanız gibi. Bu son derece normaldir.
Bir an için uzun süreli bir yolculuğa çıkıp bu şekilde araba kullandığınızı varsayın. Arkanızda kalan ülkeniz, önünüzde kalan yer de gittiğiniz ülke olsun. Dikiz aynasında gördükleriniz ile önünüzdeki manzarayı kıyaslamaya çalışın.
Bu şekilde yol almaya çalışmanın ve yorum yapmanın kimi zaman sizi yanlış sonuçlara götürebildiğini görürsünüz. Bundan sonra, sizlere dikiz aynasından gördüğüm Türkiyeyi, Kanadada gördüğüm inanılmaz gariplikleri ile anlatmaya çalışacağım. Bunlar hayata ilişkin bilinen şeyler olsa da Türkiyeyi biraz daha vicdan ölçüsünde değerlendirmemizi sağlayabilir.
Yaşım 32
Kanadaya gelen benim yaşımda bir insansanız, yani büyüklerin tabiri ile eşek kadar bir adamsanız, aklınıza gelen ilk şey bulunduğunuz şehri dolaşmak olur değil mi? Bende öyle düşünerek Toronto Metrosunu kullanarak dolaşmaya başladım.
Metroya biner binmez gördüğüm ilk manzara şuydu: İçi ve dışı son derece eski uzunca bir tren; içerde bizim leş gibi dediğimiz türden bir manzara ve tıklım tıkış dünya insanlar. (Bilmiyorum belki aralarında uzaylı olanları da vardır.)
İstasyonlardan bazıları gerçekten allaha emanet, o kadar eski ve bakımsız. Trenin içindesiniz, çevrenizde bir sürü tip, yıllarca barışık yaşadığınız poponuza laf etmek için bekliyor. Hani birisine dokunsa yandınız. Fakat içerde bir koku var ki evlere şenlik.
Çünkü buradaki kadınlı erkekli kimi canlılar, aldıkları 6 kanatlı tavukları yanınızda bir güzel kutusundan çıkartıp kokuta kokuta yiyorlar. Üstelik ellerini koltuklara silip, kutusunu oturdukları yere bırakarak. Hani görseniz buradaki bazı trenleri, İzmir, İstanbul ya da Ankara metrosuna bal dök yala. Hatta bizim metrolarda açık kalp ameliyatı yapmanız bile olası. Kabul, biz de çok temiz insanlar değiliz ama en acayip adamı getirsen, o bile gurur meselesi yapıp böyle yemez budu tavuğundan ayırarak. Şu yaşıma geldim, metroda böyle yemek yiyen bir güruh görmedim.
Peki havalar ısınınca giydikleri acayip kıyafetlere ne demeli. Akıllara zarar. Hele o genç vatandaşlar. Adam, üzerine benim söylemimle don, eskilerin deyimiyle uçkurunu giymiş çıkmış meydana. Suratına baksanız onu bile giymek istemediğini anlarsınız ya herhalde polisten korktuğu için yapamıyor.
Başka bir örnek: Yola çıkıyorsunuz, karşınızdan bir adam geliyor. Adam erkek ama arkadaşın altında bir etek üzerinde kadın kıyafeti. Ama adam olduğu gibi bir erkek? Bu ne şimdi?
Başka bir gün sıra bekliyorum bankada malum para bende kum tanesi. Arkamda duran ileri zekalı bana soruyor Bu sıradan para çekebilir miyim acaba?diye. Dilimin ucuna geliyor Hayır burası banka değil Kanada göçmen bürosu diye ama sadece Evet diyorum.
Kahve macerasına devam
Başka bir gün kahve istiyorum. Kasiyer soruyor Siyah kahve mi olsun? diye. Malum maymun ve kahve maceramı daha önce anlattım sizlere diyemiyorum Benimkisi tuğla rengi olsun diye. Susuyorum.
Berbere gidiyorsunuz, adam bütün saçınızı makine ile yamuk yumuk tıraş edip; bahşişle birlikte sizden 20 dolar isteyebiliyor. Hatta öyle ki kimi çukulata renkli arkadaşlar süt beyazı arkadaşları tıraş ederken fazladan iyilik yapıp Pardon çok kesmişim diyebiliyor. Bir de bizde ırkçılık var derler.
Bunu en sona sakladım, bu süper: Kanadada marketlerden alışveriş yaptıktan sonra her seferinde kasiyer size: Plastik çantaya ihtiyacınız var mı? diye soruyor. Eğer ihtiyacınız varsa poşete fazladan 5 sent ödemeniz gerekiyor, yoksa havaya koyar öyle taşırsınız eşyalarınızı. Düşündüğünüzde mantıklı geliyor aslında, sonuçta bunu imal etmek için dünya kadar zehir doğaya salınıyor. Neyse konumuz bu değil. Bir gün, kendim gibi iki besili bizonu doyuracak kadar alışveriş yapmışım; kasaya kadar arabayla götürüyorum aldıklarımı. Daha sonra başlıyorum ürünleri tezgaha koymaya, kadının sorusu suratımda patlıyor Çantaya ihtiyacınız var mı? diye. Diyemiyorsunuz Yok abla, çanta falan istemiyorum. Tişörtümün altında fazladan altı kolum daha var. Ahtapot gibi adamım gerek yok! diye.
Kasiyer olacak canlının beyni sadece kağıt paranın üzerinde gördüğü resimleri ayırt ettiği için mantık diye bir şey kullanamıyor. Hoş, o zeka ile kazandığı para bizim askeri ücretlinin aldığının net üç katı.
İşin özü şu: Eğer aynaya tersten bakarsanız, başkasının ülkesinde özgürlük ve çevre gibi kavramlar sizin ülkeniz için gerçekten gerzeklik seviyesinde davranışlara dönüşebiliyor. Belki Türkiye birçok noktada burası kadar gelişmiş değil ama inanın bazı noktalarda burayı yirmi kere de cebinden çıkartır.
Not: Kanada ile ilgili izlenimlerimi paylaşmam için bana kapılarını açan Kent-Yaşamın değerli yöneticileri başta Saadet Erciyas ve Hüseyin Erciyas olmak üzere, tüm çalışanlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, dokuzcu yıldönümlerini kutluyorum.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.