İşte böyle bir günde sabahın erken saatlerinde çıkıyoruz yola. Arabada sıcacık poğaçalarımızı yerken bir yandan da güzergahımızı çiziyoruz. İlk durağımız Didim Apollon Tapınağı. Defalarca görmeme rağmen bir kez daha görmek fikri heyecan veriyor.
Otoyoldan Söke-Bodrum ayrımından çıkıp, Büyük Menderes Nehri’nin alüvyonlarıyla doldurduğu eski körfez Latmos, pamuklar diyarı Söke Ovası’nı boydan boya kat edip, ovanın güneyini çevreleyen, Beşparmak Dağları’na uzaktan selam ederek bir dönem Yoran, Yeronda, Hisar da denen Didim yoluna giriyoruz. Varır varmaz hiç vakit kaybetmeden tapınağa yöneliyoruz. Arabadan iner inmez gözüm tapınağın karşısındaki Elsa Hiu’nun “İzmirli Nine” kitabında da bolca sözü edilen kiliseye takılıyor. Rumlardan kalan kilise şimdi cami olarak kullanılsa da minaresi yok. Camiye bakarken kitaptaki Peder Yorgi geliyor aklıma. Yazarın büyük büyük babası. O zamanki adı Yeronda olan köyün mübadeleden önceki son papazı. Yolun ortasında durmuş, bunları düşünürken arkadaşımın sesi ile irkilip, tapınağın girişine doğru koşuyorum.

Bilet gişesinin karşısına dikilmiş sardunyalarda gözüm kalsa da “Çıkışta görevliden bir dal isterim” diye düşünüp tapınağa doğru inmeye başlıyorum. Kendisine sığınanları daima koruma altına almış olan mabedin merdivenlerinde durup, bir kez daha bakıyorum. Hala o kadar canlı ki sanki tarihi bir eserde değilmişsin de orada yaşıyormuşsun hissi veriyor. Kabartmalı sütunlar sanki masmavi gökyüzününün sonsuzluğuna doğru uzanıyor. Merdiven ve tüneller ile tapınağı çevreleyen çiçek, hayvan, geometrik figürlerin ve mitolojik süslemelerin resimlerini çekerken bir yandan da tapınağın tarihini düşlüyorum.

Her iki yanı heykelli kutsal yol ile Milet kentine bağlanan mabed kentin ibadet yeriymiş. Milet’ten Didim’e ayine katılmak için yola çıkan halkın buraya varışları uzun molalar nedeniyle dört günü bulurmuş. Didim’e girmeden önce de tapınağın yanındaki Artemis kutsal alanında beklerlermiş.”
Şu anda kutsal yolu ve kutsal alanı belirgin bir şekilde göremiyoruz.
“Kehanet merkezi olarak da bilinen mabede gelen ziyaretçiler rahiplerin yönetiminde ayinler yaparlar, geceleri de meşalelerle yürürlermiş.”
Tapınağın Apollon’a adanmış olan defne ağaçları ile bezenmiş olması da bir tesadüf değil aslında…

Apollon’un nefesini tam ensesinde hissettiği anda ise ağrıyan bacaklarının sertleştiğini, göğsünün üzerinde kabuk oluşarak vücudunun bir ağaç gövdesine dönüştüğünü, mis gibi kokan sarı saçlarının yeşererek yapraklaştığını, kollarının uzayarak dallara dönüştüğünü, ayaklarının ise toprağın derinliklerine doğru inmeye başladığını hissetmiş…

Daphne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın tacı, hastalıkların şifası olacak. Kahraman askerler senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Kavuşamasak da şarkılarda, şiirlerde adımız yan yana söylenecek.’ demiş.
Bu sözler karşısında Daphne de dallarını yere doğru eğerek Apollon’u saygı ile selamlarken yaz kış yeşil kalıp insanlara şifa dağıtacağına söz vermiş.”
Ölümsüzlüğün ve şifanın simgesi de olan bu ağaçların her zaman yeşil olması tapınağın canlı kalmasının çok önemli nedeni olsa gerek diye düşünürken kendimi bir defne ağacının altında diz çökmüş taç yaparken buluyorum.

Tüneldeki akustiği denemek için şarkı söylerken hafif bir serinlik vuruyor yüzüme, ince bir müzik sesi geliyor kulağıma, telaşlı koşuşturmalar, ağlama sesleri derken içim titriyor, “İyileşecek” diyor uzaktan gelen bir ses. Anlam veremiyorum… Hızla üstü açık avluya doğru ilerliyorum.Yüksek duvarlar ile çevrili avlu şu an boş ama burada küçük bir tapınak ve tapınağın içinde Apollon’un heykeli, sunak, defne ağacı ve kutsal kuyu olduğunu biliyorum. Şimdi ancak kalıntılar ve kuyu duruyor. Rahibelerin kehanette bulunmadan önce yıkandıkları, içtikleri ve içinden çıkan buharı içlerine çekerek kendilerinden geçtikleri kuyunun etrafını güvenlik için iple çevirmişler.

“O kadar güzelmiş ki, tüm tanrıçalar onu kıskanırmış. Tanrılar da peşinde koşarmış… Denizlerin tanrısı Poseidon da herkes gibi ona hayranmış. Bir gün Athena’nın tapınağında Medusa’ya zorla sahip olduğunda kıskançlıktan deliye dönen Athena onu yılan saçlı çirkin yüzlü bir gorgona dönüştürmüş, gözlerine de bakanı taşa dönüştüren bir özellik vermiş. Bu yüzden kimse gözlerinin içine bakmaya cesaret edemezmiş.”
Kim bilir ne acılar çekti diye düşünürken gözlerine bakmak istiyorum. Derinliklerinde acıyı ve nefreti hissettiğim gözler beni içine alıyor. Etrafıma bakınıyorum. Bir tapınaktayım. Tapınağın üzerine çöken kara bulutlara eşlik eden çığlıklar, hıçkırıklar kulağımı tırmalıyor. Seslerin geldiği yöne doğru koşuyorum. Tam yanlarına ulaştığımda üstü başı parçalanmış, saçları dağılmış bir şekilde yatan güzel kızın saçlarındaki kıpırtının ne olduğunu anlamaya çalışırken kafasını kaldırıyor. Saçlarının her bir telinin yılana dönüşmesini dehşetle izliyorum. Göz göze geliyoruz. Karanlığa rağmen gözlerindeki acıyı farketmemek mümkün değil.

Uzun bir süre havada kaldıktan sonra Apollon tapınağına geldiğimizi fark ediyorum. Beni bir defne ağacının altına yatırıp hızlıca uzaklaşıyor. Hala kıpırdayamıyorum. Artık tapınağın koruması altındayım. Yorgunum. Derin bir nefes alıyorum. Ağacın güzel kokusu içime işliyor. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyor. Rüyamda Daphne’yi görüyorum. Güzel elleri ile boynumdaki yarayı temizliyor. Bitkilerden hazırladığı ilaçlardan sürüyor. Yaram yavaş yavaş iyileşmeye başladığında kollarımı hareket ettirebiliyorum. Başım dayanılmaz bir şekilde ağrıyor. Yerimden kalkmaya çalışıyorum ama ne mümkün ayaklarım yok sanki.

“Sana Tapınağın öyküsünü anlatırken o taç hep başındaydı” diyor…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.