Böyle sinir bozucu bir rüya görerek başladı uçak yolculuğum. Ciddiyim. Hani demiştim ya, uçak yavaş yavaş havalanıyor diye; kaç gündür heyecandan uykusuz kalınca, motorun sesi bile insana ninni gibi geliyor. Kısacık süre içinde uykuya daldığımı ve uyandığımı anlıyorum. İlk yaptığım iş çaktırmadan, elimle ağzımı yüzümü kontrol etmek oluyor. Hani şehirler arası otobüslerde salya sümük ve horultu sesi içinde ağzı açık uyuyanlar olur ya, o misal. Bu arada, benimle uçağa binen bebek başlıyor ağlamaya, susturmak ne mümkün.
Servis başlıyor…
Alman hostesimiz, yanında gençten bir hostescik ile birlikte başlıyor servise. Uluslararası uçup, kutup ayılarının memleketine gidiyoruz ya, “Acaba ne verecekler kahvaltıda?” diye merak ediyor insan. Önce koltuğumu kontrol ediyorum elimin hassas açı ölçeriyle. Sonra bölgesel uçuş deneyimimle hemen el atıyorum önümdeki plastik tepsiye. Her şey tamam. Problem yok. Burada küçük bir hatırlatma yapayım. O tepsilere fazla güvenmeyin bazen sallantıdan üstünüz başınız rezil olabiliyor. Neyse, hosteslerimiz son derece kibar bir şekilde mikrodalgadan yeni çıkmış metal tabağı önüme koydu. Tabakta haşlanmış patates, mantar ve içinde ıspanak olduğunu sandığım krep var. Bunların üzerine koyulan şeyin balla tatlandırılmış hardal olduğunu anladığımda kendimi Vedat Milor zannettim, çok hoşuma gitti. Aklıma tabii ki, kelle paça çorbası geldi ama gerek yok yazmama, canınız çekmesin. Yemekler, gittiğiniz ülkede başınıza nelerin geleceğini dair birçok ipucu veriyor. Karşınıza çikolata sosuna batırılmış geyik eti getirirlerse ne demek istediğimi sanıyorum anlarsınız. Devam edelim. Biraz ondan, biraz bundan derken, yarısını pantolonum ile paylaştığım kahvaltımı nihayet bitirmiştim. Bebek ise ağlamasını sürdürüyordu
Bu arada çevremde İngilizce konuşulanları dikkatlice dinledim. Bizim Türkler de konuşuyor ama onları duymazdan geliyordum. Size yanımda oturan bayandan söz etmedim, çünkü hiç konuşmadık. Neyse 2,5 saat boyunca yarı uykulu yarı uykusuz vaziyette Clarence Frogmandan Elvise, Michael Jacksondan Rolling Stonesa kadar müziğin bütün baba adamlarını lOar kez dinledim. Derken “kemer tak” uyarısı ile birlikte hedefe yaklaştığımızı anladım. Kafamı zürafa gibi uzatarak Münihi tepeden görmeye çalıştım. Hemen belirteyim, eğer inandığınız şey yukarıda yaşıyorsa, memleket olarak biz ayvayı yedik. Çünkü İzmirden kalkarken gördüğüm manzara ile orası çok farklıydı. Önce tekerlekler açıldı sonra da flaplar. Bir yanda da bebek sesi .. Başladık alçalmaya ve sonunda Münih Havalimanına indik. Aslında burası İzmir ya da İstanbul ile kıyaslanamayacak kadar küçüktü, ben daha büyük olur diye düşünmüştüm. Yanılmışım. Bu arada bebek hala ağlıyordu…
Kim demiş bize, polis devletiyiz diye?
Transit gideceğim ya Kanadaya, beni aldı mı bir telaş. Eşyalar nerede? Ben neredeyim? Pasaport diye verdikleri şeyi ne yapmam gerekiyor? İşte bu noktada yanımda oturan ve uçuş boyunca hiç konuşmadığım bayan devreye girdi. O da Kanadaya gidiyormuş.
Gerçekten içten gelerek bir şey yapmaya başladıysanız, o işte yanınızda mutlaka bir Hızır oluyor. Abartmıyorum. Her halinden okuduğu belli olan bu kibar ablamız, yapmam gerekenleri anlattı. Üstüne üstlük, bir de kahve ısmarladı. Kahve diyorum ama fincanda vermediler kahveyi. Sanıyorum oradaki usul şöyle: fincan yoksa, kahveyi porselen tencere ile veriyorlar. Lakin, yarım litre kahve vardı benim tenceremsi fincanımda. Ama inat edip içtim, bırakmadım bir damlasını. Tabii ki gerekli önlemleri aldım daha sonra.
Bir yandan kahvemi yudumlarken bir yandan da hanımefendi ile sohbet etmeyi ihmal de etmedim. Bu arada gözüm gelip geçen polislere takılıyordu. Her yerde polis. Ellerinde otomatik silahlar. Hele bir tane kadın polis vardı ki evlere şenlik. Boyu kadar silahı takmış boynuna; diğerini de almış eline süt kovası taşır gibi taşıyor. Aynı Heidi. Bir keçisi eksik. Ama adamların hepsi suratsız. Bizlerden mi bıkmışlar, kendilerinden mi, onu bilemiyorum. Lakin sorarak muhatap olmak istemedim!
Gittim, gördüm o kadar
Saadettin Teksoy tarzı bir gazeteci anlayışıyla, Münih Havalimanının tuvaletinden Duty Freesine; kafesinden telefon kulübesine kadar her yerini dolaştım, eskilerin deyimi ile tecrübe ettim. Hele tuvaletleri ayrı bir deneyim oldu benim için. Lakin, adamlar havlu peçete yerine, makineye sarılı ve kullanıldıkça yırtılmadan dönen bezlere ellerini siliyorlar. Böyle bir deneyim yaşamamıştım, yaşamış oldum. Yine de üşenmedim, elimi tekrar yıkadım. Sonra yanımdaki selpakla ellerimi tekrar kuruladım. Tam Türk işi oldu yani.
Aktarmaya, yani Toronto uçağının kalkacağı kapıya gelip yanaştım. İzmirdeki gibi dikilmiyorum artık, boş bulduğum yere çöküyorum. Böyle birkaç oturup kalkmadan sonra nihayet kapıyı açtılar, ben de hemen sıraya girdim. Tabii buradaki bilet görevlileri bizimkiler gibi değil, boyu ve endamı yerinde. Alın kareköklerini, doğrudan bizimkilere ulaşırsınız. Sağlama yapmaya bile gerek yok. O derece yani, hem erkeği hem dişisi. Abartmıyorum. Biletimin bir kısmını bu arkadaşlarla paylaştıktan sonra bineceğim uçağın kapısına yöneldim. Kocaman bir uçak, dışarıda beni bekliyor. Aldı mı beni bir gülme. Çevremde insanlar … Anlaşılmasın diye sıkıyorum kendimi. Çünkü aklıma bizim havayolu şirketleri geldi. Ben ucuz olsun diye Lufthansa Havayolunu seçmiştim. O an aklıma geldi, bizim havayolu şirketleri acaba, “Abi, bu uçak çok büyük, daha küçüğünü koyalım, aralara da sıkıştırdık mı, tamamdır. Koca uçağı uçurup masraf etmeyelim” derler miydi? Seferisiniz ya, aklınıza her şey geliyor. İpinizi kopardınız mı, duramıyorsunuz. Bu arada bebeğe ne oldu bilmiyorum, belki hala ağlıyordu.
Uçağa bindim içerde yaşını başını almış, hosteslikten teyzeliğe terfi etmiş bayanlar var. Bilet gişesinden uçak kabinine kadarki yaklaşık 30 metre içinde yaşadığım beyin şokunu düşünün artık. Bu arada belirmekte fayda var; rötar ile birlikte Türkiyeden ayrılalı yaklaşık 6 saat olmuştu. Günün birinde siz de böyle bir uçuş yapacaksanız, saatinizi sürekli ayarlayın. Yoksa Münih Havaalanında uçağınızı kaçırır, Polis Memuru Heidi ile birlikte keçinin sütün sağarsınız. Benden söylemesi.
Toronto yolları sudan
Uçaktaki koltuğum hanımefendi ablamızın beş sıra gerisi idi. Ayrı oturmak durumunda kaldık. Aslında bir yerde iyi de oldu, yoksa kadıncağızn kafasını şişirirdim; “şöyle miydi, böyle miydi?” diye… Oturacağım yere geldiğimde bir adam benim yerime kurulmaya çalışıyor. Burası benim dedim, “No, no!” dedi. Sanıyorum İtalyan asıllıydı, acayip bir İngilizce ile bana 19Cye oturacağını söyledi. “İyi, oturun, ama burası orası değil” dedim ve elimle önümdeki koltuğu ve numarasını gösterdim. Adam bozuldu. Akdeniz insanı ya, söylemeye gelmiyor. “Pardon” falan gibilerinden bir şeyler söyleyip el kol hareketi ile hemen önüme oturdu. Ben de zafer kazanan eleman edasıyla eşyalarımı tepeye koydum ve oturdum yerime.
Ben oturur oturmaz, yaklaşık 80-85 kilogram ağırlığında bir hostes geldi. “Hah” dedim, “şimdi ayvayı yedik”… Çünkü, anaokulu seviyesinde bir çocuğun İngilizcesi ile nasıl bir iletişim kuracaktım? Meğersem kadın bana, “Siz çıkış kapısının önünde oturuyorsunuz. Acil durumda kolu böyle kaldırın. Kapıyı şuraya fırlatın” diyormuş. El kol hareketleri ile geç de olsa bunu çözdüm. Buradan çıkarttığım sonuç, birkaç kelime ile de olsa anlaşabiliyorsunuz.
Uçak rötar yapmadan kalktı. Yanımda bir kadın oturuyordu ama yüzünü hatırlamıyorum. Anımsadığım tek şey, iki de bir tuvalete gittiği ve hostesten ilaç istediği idi. Hafif arızalıydı galiba, bilemiyorum, fazla yaklaşmadım o yüzden. Sonunda uçağımız havalandı. Yaklaşık 14 saat süren yolculuğum boyunca iki çeşit yemek ile karşılaştım. Bunları detaylandırıp sizi sıkmayım. Ama sabah yediklerimden bir farkı yoktu. Bu arada uçağın ön kısmı VIP dedikleri önemli adamlara ayrılmış durumda. Bunu biliyordum ama rahatlığından neredeyse don gömlek oturan zeka küplerini ilk kez burada görmek nasip oldu. İnanamadım yani. Onlar mı VIP, ben mi VIP, bilemedim…
Uçakta saatlerce müzik dinledim, televizyon seyrettim. Koltukta oynanabilecek ne kadar aparat varsa hepsiyle oynadım. Bir ara önümdeki ekranın gevşeyen vidasını sıkmakla uğraştım. Bir ara da lavabonun kapısını kapatmakla cebelleştim. Meğer, mandalına basmak gerekiyormuş. Ayrıca dönüş yolumun üzerinde yemek servisi yapıldığı için uçağın içinde dört yanını döndüm durdum. Bu arada Kanadaya inmeden 20 dakika önce size bir form veriyorlar. Orada ilgili kısımları doldurmanız gerekiyor. Neyse, bu form kısmını da hanım ablamızın eşliğinde hallettim. Sonunda süre az kaldığı için yanından kalkmadım. Bir yandan da dışarı bakmaya çalışıyorum Kanadayı göreyim diye. Bu arada siz siz olun, eğer dışarıyı göreceğim diyorsanız mutlaka pencere tarafını tercih edin yoksa benim gibi vücudunuzu sokmadığınız şekil kalmaz.
Sonunda…
Uçak bulutların arasından alçaldı ve karşımda Kanada. Bembeyaz bir örtü, kocaman yollar, yaklaştıkça netleşen binalar. Güzel bir manzara eşliğinde Kanada Uluslararası Havaalanına vardık. Burası o kadar büyük ki, uçakla kız arkadaşınızla gezmeye çıksanız, yarım saatinizi alır. O derece büyük yani. Neyse uçaktan indikten hemen sonra 20 tane kabinin olduğu yere yönlendiriliyorsunuz. Burada adamlara “şunun için geldim, bunun için gittim” diye hesap veriyorsunuz. Daha sonra Kanadalı değilseniz ve eğitim amacıyla geldiyseniz, sizi tekrar bir sıraya alıyorlar. Bu ikinci sırada da aynı şekilde sorgulanıyorsunuz. Burada da suratlar hep aynı, asık ve kızgın. Her hallerinden anlıyorsunuz sizi istemediklerini. Ben, yaklaşık 30 dakika sırada bekledim. Benim önümdeki çocuk bir ara memurla tartıştı. Kadın memur, çocuğa “Git köşede bekle, almıyorum seni” dedi. Vallahi aynen böyle. Karşınızdaki memurun iki dudağının arasındasınız. “Olmaz” dedi mi, ayvayı yediniz, Ağustos böceği misali öter durursunuz.
Bu sırada bende içimden “Umarım bu kadına düşmem” diye geçiriyordum ki “Sıradaki” deyiverdi. Sıradaki de benim. Arkama baktım kimsenin sonraki olmaya niyeti yok. Mecburen yürüdüm artık. Geldim kadının dükkanının önüne, “Hi!! dedim, “Hi Sir” dedi. “İlk bağlantı iyi oldu” dedim içimden. “Neden geldiniz, ne kadar kalacaksınız?” diye sordu. Hepsini cevapladım. “Evli misiniz?” dedi. “Evet” dedim. Bir an duraksadı. Hayır, diyeceğimi söyleyip evlenme teklif edeceğimi mi zannetti nedir… Sonra masasının altında cart curt bir şeyler yırttı. Komalık bir durum. Sonra bir ses “Hoşgeldiniz Kanadaya efendim” dedi. Duymam ile evraklarımı alıp ayrılmam bir oldu. En son terhis belgemi aldığımda bu kadar hızlı davranmıştım. O derece yani.
Valizlerin olduğu yere geldim. Benim valiz, taşıyıcı bantta dönmekten bitmiş bir halde beni bekliyor. Kaptığım gibi indirdim yere. Canımsın dedim. Altındaki dirseği ittim, koydum tekerliğinin üzerine. Üstünden kolunu çıkarttım, başladım çekmeye. Sonunda Kanadaya varmıştım …
Bir sonraki yazı: Toronto’da hayat…