Acıyı bal eyledik…

Biliyorum, bu satırları okuyanlar da benzer ruh hali içinde; yalnızlık… Sanki her geçen daha da ağırlaşan yalnızlık duygusu belirgin biçimde kendisini hissettiriyor. Ülkede olan bitene bakıp; geleceğe dair kaygılar var, pek çok insanın yüreğinde. Ve yine bu kaygılara rağmen, inadına süren direnç de varlığını koruyor. Ancak, yer yer; giderek baskısını artıran karanlığın karşısına bir de umursamazlığın, vurdumduymazlığın, üretmeden tüketerek; bir biçimde yaşamanın yolunu bulanların, yalakanın, sadakacının, yandaşın hali eklenince; yürek de beyin de yoruluyor.

Bir önceki yazı, ne yazık ki, uzun süredir güncellenemedi. Hani, insanın eli kaleme varmaz ya; onbinlerce sözcük, binlerce cümle; adressiz mektuplar gibi beyinde, yürekte savrulurken, varamıyor eli kaleme insanın. Üstüne üstlük, peşpeşe iki acı birden yaşadım yakın zaman içinde. Her bir kayıp; bu ülke gerçeğinin farklı coğrafyalarda yansımasıydı. İki yakınımı yitirdim. İkisi de onurlu olmayı tercih edip, yaşam mücadelesinden vazgeçmeden hayatı sürdürmeyi tercih etmişti. Çalmadan, çırpmadan, hak yemeden, ikiyüzlülük yapmadan,sadakaya yüz vermeden insanca yaşamak için, yerinden yurdundan ayrılıp “gurbet”e gitmişti. Oysa, memlekette dün olduğu gibi bugün de üretmeden tüketmenin yolu açıktı. Geride kalana bakmadan, geride kalanı sorgulamadan; öne geçebildikleri kadar “ileri” gidebilirlerdi; hiç gerek kalmazdı yerini yurdunu bırakıp “gurbet”e çıkmaya… Öyle yapmadılar.

Yaşamlarını onurlu tercih üzerine kurdular. Birisi hani Yeşilçam klasiklerinde siyah beyaz görüntüler vardır ya, tahta bavullar elde, Sirkeci Garı’ndan kalkan kara trenlere binen; “Alamancılar”dandı. 35 yılını “gurbet”e verdi. İnşaatçıydı. Kar kış, yaz, bahar demeden yeniden inşa edilen Almanya’nın binalarında çalıştı. Mesele, bir gün memlekete dönmek olunca, var gücüyle çalıştı; ama bedeni yavaş yavaş tükeniyordu. O ki, bunu görebilecek durumda değil, “gurbet”ten memlekete döndüğünde hırsıza, uğursuza bulaşmadan yeni bir hayat standardı derdindeydi. Ne var ki; kanser ilmek ilmek vücuduna işliyordu. Memlekete döndü; düşlediği hayat standardına el verdiğince ulaştı. Ve bir gün kansere yenik düştü…

Bu kaybı bir başka “gurbet” ölümü izledi. Bundan 15 ay önce; bu coğrafyada yıllardır dayatılan “oyun”u kuralına göre oynamayan bir başka yakınım, Libya’ya gitti işçi olarak. Uzun yıllar çeşitli alanlarda çalıştı, yaşamında gündelik sıkıntılara bağlı olarak inişler çıkışlar yaşadı. Fakat bu coğrafyanın kumaşı sürekli değiştiriliyor, ortaya çıkarılan yeni kumaştakiler “eski” insanlara benzemiyor; kurallar hep bu yeni kumaşın insanlarına dizayn ediliyor; yeni düzen yönetilmeyi kolay kılıyor, üretmeden yaşamının yolunu gösteriyor, bireyden cemaat aidiyetine açtığı yolda; insanı kendisine yabancılaştırıyordu…

Sirkeci Garı’ndaki tahta bavulların yerini uçaklar almıştı artık. Tahta bavulları el valizleri… Libya, bir Afrika ülkesi… Belki haritada yerini bile bulamayacağı bu ülkeye doğru yola çıktı. Ve 15 ay sonra cenazesini karşıladık, trafik kazasında yaşamını yitirmişti.

İki insan, iki öykü…

Bu ülke ki; insanlarımızı, değerlerimizi kaybettirdi. Onurluca yaşamak yerine onursuzluğu dayattı. Direnmedik mi, direndik… Ve biliyorum ki her yerde hala var direnenler; bir avuç kaldıkları iddia edilse, hep yok edilmek istense de…

Gidenlerin anısına; ne kadar yalnız kaldığımızı düşünürsek düşünelim, bizi ne kadar güçsüz bırakmak isteseler de; acıyı bal eyleyip, yürüyüşümüze devam edeceğiz. Yalnızlığa, yılgınlığa, dayatılan umutsuzluklara rağmen yürüyeceğiz.

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın