Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan çocuklarınla bekle
Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi
Bekle bizi İstanbul
Şiirin, bizi ilgilendiren bölümüne dair özgün halini de yazalım ki, Türkali Ustamıza saygısızlık olmasın;
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
Şiirin tamamı 42 kıtadan oluşur. Dinlediğimiz şarkının sözleri ise, bir anlamda kolajdır. Bir de şiirin tamamını okumanızı salık veririm. İstanbul, şiirimizin köşebaşı yapıtlarından biridir.
Şarkıdaki sözlerle, şiirin özgün halini kıyaslamak, Murathan Munganın talebini haklı görmemizi sağlayabilir; Şiirlerimi bestelemeyin, isteyin ben size şarkı sözü yazayım… Doğrusu pek çok şarkı için, şarkı sözüne dönüştürme gayretiyle, özgün hallerini mumla aratan iğdiş edilmiş şiirleri hatırlarsak, şiirime dokunma diyen şaire hak vermemek de, elde değildir.
Eee, bu şiir tanıtımı, besteci eleştirisi, şiir ile şarkı sözü kıyaslaması nedendir? diye soruyorsanız, haklısınız. Yazarınız, olabildiğince sakin bir yazı kaleme almak istediği için, peşrevi uzatmaktadır. Tophane hadisesi üstüne yazmaya koyulduğundan, haydi itiraf edelim, aslında şiiri kendisi için anlatmakta, fırtınasını ve öfkesini zaptetmeye çalışmaktadır. Yazının sonunu da, bu şiire atıfta bulunarak getirmeyi ümit etmektedir.
30 35 kadar gözü dönmüşten oluşan bir güruh, Tophane sokaklarında -2010 KÜLTÜR BAŞKENTİ olan İstanbulda!- sergi açılışı yapan galerilere saldırdı. Ellerinde odunlar, demir çubuklar, biber gazları; kırdılar, yaraladılar, terör yarattılar.
Şu saate kadar elimizde ne var, başlıklar halinde bakalım:
Tutuklanıp bırakılanlar ve çatır çatır beyanat verenler,
Kentsel dönüşüm projeleri pervasızca uygulandığından, bölge ya da mahallelerdeki ‘hassasiyetler’ dikkate alınmamaktadır diyenler,
Biz doğudan gelip, Tophane bölgesine yerleşen, muafazakar insanlarız. Bizi geri göndereceklerini söylüyorlar. Türbanlı kadınlarımıza hakaret ettiler, ağızlarının payını aldılar. Keşke ben de orada olsaydım diyenler,
İşten dönüp evinde dinlenen, çoluk çocuğuyla sakin biçimde oturan insanları düşünmeden, sokakta içki içip müzik dinleyenlerin hiç mi suçu yok? diye soranlar,
Buyurun çukulata, tatlı yiyelim, meseleyi tatlıya bağlayalım diyen bakanlar,
Hayırcılar, bu meseleyi kendilerine yontuyor. Yok öyle abartılacak bir durum, hadiseyi buralara çekmek de başka bir azgınlıktır mealindeki köşe yazısını, Toronto yolundayken havaalanında döktüren, en iyi savunma saldırmaktır örneğini parlatan radikal cingöz, pardon cengizler,
Söze Tophane nostaljisi ile başlayıp, İstanbul kaldırımlarının darlığından yakınarak, bölgenin Karabaş Mahallesinin bıçkınlarıyla ünlü olduğunu vurgulayıp; Tophaneliler aslında bağnaz insanlar değildir. Unutmayın ki 250 metre mesafede Alageyik Sokağı (Genelevlerden sözediyor galiba. H.I.) var. Siz gene de bu hadiseyi değerlendirirken kaldırımların yetersizliğini ve Karabaş erkeklerinin burnunda hazır bekleyen öfkesini dikkate almazlık etmeyin, derim. Yoksa yanılırsınız! diskuru ile aslında ne dediğini/diyeceğini, iyice karıştıran, bunu hakkı ve devrim gereği gören kendinden menkul akıldaneler,
Öf, ötesini gazetelerden, televizyonlardan okudunuz, izlediniz, biliyorsunuz…
Bu ülkede tiyatrolar kundaklandı, sinemalar basıldı, filmler yakıldı, kitaplar, şiirler, oyunlar yasaklandı, heykellere saldırıldı, tükürürüm ben böyle sanatın içine denildi, kiminin üstüne şal örtüldü görenlerin edepleri bozulmasın diye, karikatüristler mahkemeye verildi, şairler sürgünde ölmek zorunda kaldı, olmadı otellerde yakıldı…
Şimdi ölü akvaryum balığı gibi olup bitene şaşkoloz bakmak için, ya o balık kadar belleksiz, ya korkunç bir geleceğin ortaklığını kabul etmek, ya da gerçekten sağıltımı olanaksız bir akıl tutulmasına uğramak gerek. Hepsinin yaşandığı, denendiği, sınandığı demlerden geçiyoruz.
Dostlar, hadise için yeterince sızlanılmıştır. Sadede gelelim.
Böyle böyle alıştıracağını düşünen bir tezgahın içine, hep birlikte çekilmemiz, hep birlikte içinde debelenmemiz istenmektedir.
Kültürel ve sanatsal alanlar daha göz önünde olduğu için, görece tepki görmektedir. Oysa emek, eğitim, ekonomi, bilim, medya, doğal ve tarihsel çevre… Buralarda olup bitenler, görülmemekte/yok sayılmakta, bilinmemekte, yazılmamakta ve söylenmemektedir. Çok ciddi bir süreç içinde olduğumuzu ve bu sürecin daha da hızlanacağını söylemek, kehanet değildir.
O nedenle, Tophane hadisesi ve benzerleri, münferit olaylar değildir. 6 7 Eylül Olayları başta olmak üzere, bu ülkenin kardeşliği, hoşgörüsü ve birlikteliği, çooook uzun yıllardan beri hançerlenmektedir.
Bugün bu hançerin bir yerinde, kendilerini sol-ilerici-çağdaş söylemlerle tanımlamaya çalışırken, devletin sakilliğine saldırıyorum derken biz bunu dillendiren ve acısını çeken bir kuşağın çocuklarıyız- aslında nereye su taşıdıklarını bilmeyenlerin de elleri vardır, el izleri olacaktır. Bunu tez zamanda görmelerini ne çok isterdik.
Bu mahcubiyet ve kafa karışıklığı ve kimlik erozyonu içinde, faillerden daha fazla ses çıkarıp, boş tenekeler gibi, gazetelerde ve televizyonlardaki hezeyanlarını sürdürüyorlar, sürdüreceklerdir.
Bir yazıda herşeyi söyleyecek halimiz yok. Bu yazılık, sözün ucunu bağlayalım.
İstanbul şiirinde Vedat Türkali, kurtuluşun, Tophane’nin karanlık sokaklarında yaşayanların da, sınıf bilinciyle, yurtseverliğin gerekleriyle donandıkları oranda geleceğini söyler. Doğa boşluğu kabul edemiyor ne yazık ki…
Şimdi bizim sokaklarımızda çarpık bir ahlak, geleceğe olan inancı mahvetmiş bir zelzele, kolaycılık, biat ve sözsüzlüğün-içeriksizliğin tetiklediği şiddet, bilimden sanattan kültürden nasip almamışlık egemendir.
Galerilere saldıranlar, nasıl bir kör dehlizde yaşadıklarını, nereye sürüklendiklerini bilmemektedir.
Tıpkı öncekiler gibi, tıpkı onların sırtını sıvazlayanlar gibi, tıpkı sırtlarından rant yiyenler gibi.
Tıpkı, İstanbul şarkısını huşu içinde dinleyip, içeriğiyle, duruş-etik-yazı-söylem-eylem bağlamında buluşamayanlar, bu buluşmadan vazgeçenler gibi.
İnanmadığınız ama dilinize pelesenk ettiğiniz şiirler şarkılar, sıcak yataklarınızdaki karabasanınız olsun!
Olacak, göreceksiniz!
Bizim derdimiz, bu güzelim ülkeye o karabasanlar egemen olmasın diyedir.
……….
Önemli bir not:
Şimdi kalkıp, Vedat Türkaliden söz ediyorsun, referandumda o Evet demişti, bu nasıl çelişki? diyecek akıldaneler çıkabilir. Ben de onlara derim ki; bir şairin evetinden hayırından size ne? Sonra eklerim; Onur Akını, Geliyor geliyor… diye dinlediniz. Peki, Bekle bizi İstanbul unu da dinliyor, beğeniyorsunuz. E nasıl olacak bu işler? Öyle ya, o müthiş sözleri de Vedat Türkali yazmadı mı? Bunun fatura dökümünü Vedat Türkali verebilir, ama siz sorgulayamaz, hesap isteyemezsiniz. Size ne?
Üzgünüm, sanatçı özgür ve özerktir. Hiçbir sistem, – benim inandığım dahil – dünya görüşü, yasa, gelenek ve görenek, bu özgürlük ve özerkliği sorgulama hakkına ve haddine sahip değildir, olamaz.
İkincisi, Sezen Aksu… Levhasını sokak başından kaldırdılar. Korkunç. O levha, herhalde Sezen Aksu fasulye sevdiğinden, hoş mahalle kızı olduğundan, inanılmaz yurt ve dünya tahlillerine sahip olduğundan dolayı asılmadı. Şarkıları için, o şarkıları söyleyen bir İzmirli olduğu için asıldı. Bu nasıl bir hezeyandır?
Önce katledip, sonra heykellerini dikmek, sonra iklim değişince o heykelleri kaldırmak, sonra ay pardon deyip yeniden asmak, sadece ve sadece ilkel, olgunlaşmamış, çağdışı, kimliği tartışılır toplumlara özgü bir davranıştır.
Kuşkusuz, bir sanatçının sözü, özü, eylemi hayata dairdir. Soyutlanamaz olduğu kadar yargılanamaz da. E bırakın, onu da hayat süzsün o sarsılmaz encamıyla, eleğiyle, imbiğiyle.
Levhası kaldırıldı ya, şimdi heykelini dikelim diyorlar. İşe bak!
Bir durun ya, harbiden bir durun!
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.