Hayır!

Mustafa Kirman’ın “Hesap sorana bak!” yazısını okuduktan sonra, aynı konuda yazmak pek kolay değil, belki de gereksiz. Değerli köşe komşumu, yazısından dolayı bir de buradan kutluyorum, emeğine sağlık. Yinelemeye düşmemeye çalışarak, ben de birşeyler söylemek isterim…

Ortada, bir garabet var. Bizim gibi ülkelere özgü ve hiç bitmeyecek gibi yaşanan bir garabet. Beyin ölümü, akıl tutulması ve duygu kirlenmesinin ürünü bir garabet. Hepsiyle ilgili olarak, yıllardır yazıp duruyoruz, Sevgilim İzmir’de de birkaç yazıyı bu konuya ayırdık. Yazmakla bitmez zaten. Sanıyorum, içinde bulunduğumuz ve saçmalıklardan mürekkep bu süreç, gelecekte birçok lisans, yüksek lisans, doktora tezinin yazılmasına neden olacak. Kuşkusuz tümü, yaklaşımını ve irdelemesini değişik başlıklar altında anlatacak, ama genel başlık/temel izlek hiç değişmeyecek; “Türkiyede Demokrasi Anlayışı ve Kamuoyunun Karar Verme Dinamikleri…” ya da “Bu kadarı da olur muydu? Oldu ve yaşandı!”

Elbette bilimsellikten, etikten yana olanlardan ve yazacaklarından söz etmeye çalışıyoruz. Türlü beklentilerin vertigosunda ne dediğini bilmezlerden, ya da aslında ne dediklerini çok iyi bilen, hiç merak etmeyin, yarın kurulacak başka sofralarda yine yer kapacak bugünün kahvaltılıklarından söz etmiyoruz.

Biraz dağınık bir giriş oldu, ama neresinden tutsanız elinizde kalacak bir süreç içindeyiz, belki ondandır, bağışlayın.

Demek istediğimiz, önümüze getirilen “anayasa değişikliğine dair referandum” süreci, hazırlanış, sunuş, zihin bulandırma, karar dağınıklığına yol açma ve haklarını teslim edelim, “başarma” ve benzeri açıdan, sayısız ibret vesikasını ortaya çıkartmaktadır ve çıkaracaktır. Doğrusu bunu söylemek de, kehanet değildir.

“Toplumların karar vermelerini” fiziksel, ruhsal, toplumsal “belirleyenler” konusunda ahkam kesecek değiliz. Bu uzmanların işidir. Ama kimi gerçekleri görmek için, uzman olmak da gerekmemektedir. Örneğin, 12 Eylül Anayasasına yüzde 92 ile “evet” dediği söylenen bir halk, şimdi de bu anayasanın kalkmasına nasıl “evet” diyecektir, demesi nasıl talep edilmektedir?

Tamam, 12 Eylül faşizmi “hayır” diyecekleri anasından doğduğuna pişman edeceğini haykırmış, bunu tüm rezil uygulamalarıyla kanıtlamış, her türlü iğrenç tezgahı düzenleyerek, tarihte eşine az rastlanır bir demokrasi skandalı ve cinayeti ile anayasasını kabul ettirmiştir. Bunların hepsinde hemfikiriz.

1982 anayasasını her zaman, dil kullanımından mantığına, yaklaşımlarından ucube kurumlarına ret ettik, ediyoruz. En doğal ve tartışılamaz hakkımız olan “düşünce ve anlatım özgürlüğü”müzün verdiği güçle, anlatmayı ve yazmayı sürdüreceğiz. Ta ki, “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…”

“E, iyi ya işte, o anayasayı kaldıracak bir şans doğdu, bas ‘evet’i kurtul” diyenler, bunu demediğimiz için bizi çelişkiye düşmekle damgalayanlar olacaktır. Ki, bugünlerde en demogojik söylemler, işte bu yaklaşımdan medet ummaktadır. Öyle ya, paradokstan en çok, paradoksu yaratanlar nemalanır. Şimdi bizim kuzu kuzu, buyruklarına kul, yalan gözyaşlarına mendil olmamızı istiyorlar. Hep isterler, bakınız tarih! Yememiştir, bakınız yine o tarih!

Kuşkusuz, yenmeyeceğini gösteren tarih, akıl tutulması / beyin ölümü / refleks felci yaşayan toplumların geçici zaman kayıplarını da not almıştır. Ama aynı tarih, kimi halkların harika bir özgürlük ve bağımsızlık savaşı verdiklerini, haydi yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde analım, bir Lozan Antlaşması’yla, yepyeni ufuklara yelken açtıklarını da not eder. O ufukta çağdaşlık, demokrasi, laiklik, aydınlanma vardır. Şimdi ufkun, güncel ve geçici işgale, sise, pusa bürünmesi bizi ne umutsuzluğa, ne de teslimiyete sürüklemelidir. Çünkü ayıp olur 19 Mayıs’lara, 9 Eylül’lere, 24 Temmuz’lara, dünyanın her yerinde insanlığın tanık olduğu, bütün o güzelim aydınlanma sabahlarına.

12 Eylü’le denk düşen – düşürülen bir referandumu, ucuz belagat – sıkıcı sirk gösterileriyle ve 12 Eylül’e “saydırmakla” kendine yontacağını sananlar; rezil bir dönemin idamları üstünden nemalanmaya çalışanlar, kendilerinin bile beklemediği bir süre içinde, en hafif deyimle tokat gibi, ilk yanıtı almışlardır. “Ölülerimizi rahat bırakın, yaşasalardı onlar da HAYIR derlerdi” yanıtından da ders çıkarılmıyorsa, ibret daha da katmerleniyor demektir.

Mektuplar, şiirler ve herşey o günlerin, bugünlere miras bıraktığı anlamlardır. Olur olmadık yerlerde kullanılamazlar. Hele, o mektupların ve o şiirlerin durduğu noktada yeriniz yoksa ve dünya görüşleri, yahu öncelikle size karşıysa… “O şiirlerin ve mektupların yazıldığı dönemde sen neredeydin?” sorusuna bir yanıtınız yoksa ve olamazsa… Kimbilir belki de “Yesinler birbirlerini” keyfiyle, bugünlere hazırlanmış, bir gün sıranın nasılsa geleceğini beklemiş ve görece – hasbelkader istediğiniz yerlere getirilmenin şıkıdım sarhoşluğuyla, şimdi tam sırasıdır hülyalarına kapılmışsanız… İşte haberi çıktı ve henüz yalanlanmadı; RP İl Başkanıyken size gelen “idamlıkların” ailelerine, “Ben idamdan yanayım” demişseniz… Ya kendinizi kandırıyorsunuz ya da bizi kandırdığınızı sanıyorsunuz. İkisi de hazin, ikisi de çok trajikomiktir.

12 Eylülün konumuz açısından, iki önemli sonucu vardır; birincisi o mektupları yazan, o şiirlerde anlatılan ve gencecik yaşlarında ölen, idam edilen çocuklardır. İkincisi ise, bütün aktörleri, kurumları, işleyişleri ile bugünkü Türkiye. 12 Eylül’ün “bizim çocukları” bu sonuca Rabıta ile işbirliği kurarak, meydanlarda ayet, sure okuyarak, eşlerini büyücüye efsuncuya götürerek; hepsi ve dahası yazıldı, işte onları yaparak, zemin ve fırsat ve yol açmıştır. Merak edenler, örneğin Uğur Mumcu’nun, Turan Dursun’un yapıtlarına bakabilir, neden öldürüldüklerini bir daha düşünebilir.

12 Eylül ürünü hiçbir kurumu ve işleyişi iptal etmeyen, iptal etmek ne kelime, hepsinden sonuna dek nemalanan bugünün aktörlerinin, “değişiyoruz, gelişiyoruz, açılıyoruz, saçılıyoruz” ayaklarına yatması, hiçbir zaman inandırıcı değildir ve olmayacaktır. Çünkü dert 12 Eylül falan değildir. Dert, başka ve farklı bir ülke yaratmaktır. Şimdi yapılan, aslında hiçbir biçimde inanılmayan demokrasinin nimetlerini, işe geldiğince kullanmaktan ibarettir.

Haydi, onları onaylamasak da anlıyoruz diyelim. Ya solcuyum, demokratım, liberalim diyerek, “evet, bir daha söyle, evet!” gazelleri atanları ne yapacağız? Onlar da, izninizle sonraki yazıya kalsın.

Sevgili dostlar, sözü eğip bükmeye gerek yoktur.

Rüzgarı, trendi, ikbali ve gerektiğinde değiştiriliverilecek makyajlara sığınmayı reddederek, dayatılan anayasa değişiklik “paketi”ni ciddiye almadığımızı, önemsemediğimizi, ama bu ülkenin varoluş genlerini hedefleyen bir projenin, en vahim adımlarından biri olarak nitelediğimizi belirtelim. Oyumuz, işte bu nedenle ve elbette HAYIR’dır.

Üzgünüz, bu ülkeyi kuranlar, onların yolunda yürüyenler, öğretmenlerimiz, ustalarımız bize şunu öğretti;

Biat değil, özgür düşünce. Kulluk değil, yurttaşlık. Ümmet değil, ulus. Kör inanç değil, bilim. Yurtseverlik. Akıl. Etik ve vicdan. Devrimcilik…

Bunları unuttuğumuzu sananlar, yanılacaktır.

Bir 12 Eylül ürünüydüler, bir 12 Eylül ise son kullanma tarihleri olacaktır.

Bu halk ve ülke için yazılacak bilimsel tezlere ve aydınlanma tarihine, şimdi bu ülkeye ve halkına yakışır bir sayfa ekleme zamanıdır.

Sonra sıra, bu ülkeye ve halkına yakışır bir anayasayı hazırlamaya gelecektir.

Şimdilik tek avuntumuz, şiir, mektup okuyanların, Erdal Eren’in katledilmesini anlatan oyunumuz “Külrengi Sabahlar”dan bihaber olmasıdır. Ya da Cumartesi Annelerini anlattığımız “Memleket Hikayeleri”nden. Öyle ya, her şeyde bir HAYIR var diye, boşuna denmemiştir…

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın