Genel kabulleri sıraladıktan sonra bir dengesizliğe dikkat çekmek isterim. Yabancı dile verilen önem bazen öyle abartılıyor ki böylesini ancak biz yapabiliriz türünden sonuçlar ortaya çıkıyor.
Yabancı dilin önemi konusunda toplumsal mutabakat olmakla birlikte bu alandaki yeteneğimiz tartışılır. Ortalama eğitim seviyesinin üstünde bir dost ve iş arkadaşları topluluğu içinde olmama rağmen yabancı bir dili hakkı ile konuşan tanıdık sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Yabancı dil yeteneksizliğimiz konsunda; İmparatorluk bakiyesiyesiz, öyle kolay başka dilleri öğrenemeyiz limanına mı sığınsam, Türkçenin diğer dillerden yapısal anlamda çok farklı olmasının diğer dilleri öğrenmeyi zorlaştırdığı görüşüne mi kapak atsam, bilemem ama bu alandaki yeteneğimizin umut verici olduğunu söylenemez.
Kendimden örnek vermek gerekirse bugüne kadar başlayıp da bitiremediğim İngilizce kurs sayısını hatırlamıyorum. Yaser Arafat kıvamında Filistin aksanı ile İngilizce konuşmaya çalışan orta öğrenimdeki İngilizce öğretmenimden bir şey kapmadığım kesin. Olmadı da olmadı işte.
İngilizce bilen son ütücü, marangoz aranıyor!
Belki de İngilizce öğrenememe kompleksimdendir bilinmez ama özellikle iş yaşamında İngilizceye verilen abartılı önemi anlamlandıramam. İş gereği sürekli yurt dışı ile temas gerektiren işler tamam da bazen markete alınacak depo görevlisinden bile İngilizce istenmesi gariptir. Gerek kamu da gerekse özel sektörde; liyakatin önemli değil, İngilizce bil yeter noktası sık sık aşılır.
İşinde otorite denecek kadar uzman bir arkadaşım kamuda çalışıyor. Uzun yıllardan beslenen mesleki birikimine, üretkenliğine ve meslektaşları tarafından adeta bilirkişi olarak kabul edilmesine rağmen İngilizce bilmediği için çalıştığı bölümün başına, mesleki birikimi neredeyse hiç olmayan birisi sadece İngilizce bildiği için müdür olarak atanabiliyor. Kamu kuruluşlarında ilgili ilgisiz bir çok alanda uzmanlık dil bilmeye bağlı. Özel sektör biraz daha akılcı ve yararcı bakıyor ama o da ilgisiz yerlerde işe alma koşulunu, yabancı dil bilgisine bağlıyor. Bir çok ortamda konu açıldığı zaman eğer dil bilmiyorsanız küçümseme ve ah yazık bezeli bakışlar ve ifadeler birbirini takip ediyor.
Türkler yerleşik hayata geçmeye başladıkça kendi dilini beğenmez olmuş. 10. Yüzyıl ile başlayan göçler ile Orta Doğu ve Ön Asyaya yerleşen Türkler dillerini beğenmeyerek hakim dillere meyletmişler. Selçuklularda Farsça, Osmanlıda ise Arapça en azından resmi düzeyde etkin. Devlet yazışmaları hatta edebiyat dili bile Türkçeye mesafeli.
Tasavvuf alimi Mevlana Türkçe yazmamış ve tüm eserlerini Farsça olarak kaleme almış. Bu nedenle bugün Mevlanayı İranlılar ve Afganlar kendi şair ve filozofları olarak kabul ederler.
Şehirlerdeki Türkçeden yaygın uzaklaşma kırsalda görülmese de özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu gibi Arapça ve Farsçanın güçlü etkisinin hissettirdiği bölgelerde Türkçe bozularak konuşulmaya başlanmış ve hala öyle devam ediyor. Arapça ve Farsça etkisi yüzyıllar geçtikçe yerini batı dillerine bırakıyor. Tanzimatta Fransızca bilmek ayrıcalık nedeni olurken son 50 yıl da ise İngilizce ilgili ilgisiz her yerde kapı açacak kadar etkinleşiyor.
Kısaca son 1000 yıldır kendi dili ile kavgalı bir toplumuz. Dünyanın en güzel dillerinden birine sahibiz ama anadilimiz en azından kariyerimizde hiçbir işe yaramıyor. Yunus Emre, Pir Sultan, Karacoğlan, Ercişli Emrah bugün yaşamış olsa yabancı dilleri olmadığı için heralde işsiz kalacaklardı.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.