İtibar sorunu…

Bir önceki yazıya devam niteliğinde SEN’in üzerinde durmak istedim. Sorular sorduk kendimize. Yanıtlar aradık kendimizce. Dayatılanlar, yaşatılanlar karşısında o sorulardan yola çıkıp; moda deyimdir, İngilizce’yi Türkçe arası konuşanlar çok sever bu ifadeyi; geldik dayandık: So What???? Yani “Eee, kardeş ne diyorsun?”

Aslında hepimizin birbirine sorduğu ama yanıtları yaşadıklarımızdan, mahkum edildiklerimizden, güçsüzleştirildiklerimizden, mahkum olmaya dünden razı edildiklerimizden, işimize böyle geldiğinden, gücümüze inanmadığımızdan, artık inanmak istediğimizden; ne derseniz deyin, zavallılıklardan…

Mesele gelip düğümleniyor itibarsızlaşmaya…. Bir insan itibarsızlaşmaya başladığı zaman sonu yoktur. Bunun sınırını ne o insan ne bir başkası çizebilir. Hani elini ver kolunu kaptır misali… “Bir kez itibarsızlaşmaktan bir şey çıkmaz” meselesi de değil. O hayati adım atılmaya görsün; ardı arkası peşpeşe gelir. İnsan kendini tanımaz halde bulur; aynadaki yansımasına yabancılaşır. Pimi çeken artık başkalarının pimi çekmek için var gücüyle çalışır durur.

İtibarsızlaşma ve itibarsızlaştırma böyle bir şeydir. İtibarsızlaşırken; etrafında ne kadar itibarsız insan yaratırsan o kadar kendini “rahat” hissedersin. Hem kendini hem etrafını itibarsızlaştırmak artık o kişi için tek beslenme kaynağıdır. Şöyle bir sağa sola bakıldığında ne kadar çok var değil mi ortalıkta bu itibarsızlardan? Kendileri itibarsızlaştıkça etrafındakileri itibarsızlaşmaya davet eden, çalışan, varlığını buna endeksleyen.

Yazdığı ile yaşadığı, söylemleri ile günlük pratiği kaypaklık üzerine kurulu olan; velhasılı tüm ilişkileriyle her geçen gün kendisini itibarsızlaştıran; hem kendisini hem çevresini nasıl bir çirkefe bulaştırdığının farkına varmak istemeyen; varmak iste de düşeceği çelişkiden ve ortaya çıkandan korkan….

Yaşamın her alanında, her yerde; var değiller mi? Başımıza gelenlerin baş sorumlusu da onlar değiller mi? Tarih de, bunların kavgasından ibaret değil mi? İster sosyolojik, ister siyaseten bakın, tablo değişmiyor. Şöyle bir kişisel tarihinize bakın; kaç defa kandırıldınız, aldatıldınız? Sözler aldınız, vaatler duydunuz. “İki elim kanda olsa…” diye başlayan nicelerini… Eşine, dostuna, can yoldaşına…

Sonuç ne olursa olsun, inandırıcılıkları ne olursa olsun, itibarsızlığın parçası haline geldiğimiz ve de bunu teşhir etmediğimiz sürece; yaşatıldıklarımıza müstehak hale geldik. Ve birileri kendi itibarsızlıklarına bizi de ortak ettiği sürece artık kim müstehak kim değil soru olmaktan çıkıp gidiyor.

Bir yerden başlayalım. Birilerinin bizi kurtarmasını beklemeden üstelik. Bilelim ki, ortaya çıkan her kim ise, zaten kendi itibarsızlığına bizi de ortak edecek. Bize düşen hayatımızın her alanında kendi itibarsızlıklarını bize dayatmaya çalışanlara “dur” demektir. Buna karşı çıkmaya başladığımızda hem toplumsal hem de bireysel olarak hayatımıza sahip çıkmaya başlamışızdır demektir.

Kendimize bir kez daha soralım: İçimize siniyor mu bu kan emicilerle hayatı devam ettirmek?
Bunlar oyunuzu isteyen politikacısı, darbe meraklısı emeklisi ya da muvazzafı, salya sümük vaaz veren emekli vaizi, ikinci-üçüncü cumhuriyetçisi, derin koridorlarda gezme meraklısı, liboşu, muhafazakar demokratı, Nato’cusu, Avrasya’cısı, kendinden menkul çözüm üreticisi, kasetini sattırmak için magazincilere takla atan şarkıcısı, filmini izletmek için kapı kapı gezen yönetmeni, kitabını satmak için “sevgili üzerinden pazarlama” yapan yazarı, gazeteci olmadığı/olamayacağı halde basbas bağırarak ve de sahibine gönderme yaparak köşesini korumaya çalışan köşecisi, kürsüden inmek istemeyen siyasetçisi, koltuktan kalkmak istemeyen sendikacısı, yüzsüzü, arsızı, utanmazı…

Genelden özele hayatını itibarsızlık üzerine koyanı; kendini itibarsızlaştırdıkça yüceldiğini sananı ve de itibarsızlığına kalabalıkları ortak edeni…

Karar verme zamanı. Bu karar ki, sizi kadar geleceği de-çocuklarımızı da- etkileyecek!

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın