Gece, koyulaşmış duygu yoğunlundan, ara sokaklarda ikinci hayatın başladığı diplere doğru kayıyordu ağır ağır.
Günün bittiği şimdi buradaki zaman ile gecenin dipte yoğunlaşmış ikinci hayatı arasındaki yarık derinleştikçe zaman ve gerçeklik sınırları kayboluyordu.
Evinin balkonunundan gecenin koyu mor saten çarşafının altına gizlenmiş kente tepeden baktı.
Sarındığı gece örtüsünün altında, gündüzün çıplaklığından yorulan bedenini dinlendiriyordu kent. Siyahlar örtünmüş evlerin arasını bıçak darbesi gibi yırtan lambaların aydınlattığı ara sokaklar, kıvrımlarıyle tuhaf bir acı hissettiriyordu.
İçinde kabaran, kentin gece gerçekliğine karışmak duygusunu daha fazla dizginleyemeyeceğini anlayınca, sokağın dipsiz kuyu gibi bilinmez serüvenlere çeken karanlığına bırakıverdi kendini.
Önce ürkek sonra gittikçe hızlanan adımlarla gün ışığından tanıdığı yollardan, hızla bilmediği derinleşen koyuluğa doğru akıyordu.
Arada bir acı acı havlayan köpeklerin sesi olmasa körfezin karanlık suları kadar ıssız bir deryada kulaç attığını sanıyordu tepelerden sahile inerken.
Yürüyerek kalbine ulaşacak mesafede olmak, yada bulunduğu yerden kenti tepeden görmek istemişti yaşadığı bütün kentlerde.
Ulaşabilir olmak her an, elleriyle dokunabilir olmak, hissetmek onu.
Canlı bir varlık gibiydi kent, avucunun içinde taşımak istiyordu onu.
Gittiği her yerden görünmesini, bir çırpıda geri dönebilmeyi, döndüğünde yerinde bulabilmeyi istiyordu.
Göçmen yüreğinde saklı bir korkunun izleriydi bu duygunun altında yatan.
Ne çok kaybetmeleri olmuştu bu kenti. Çok uzaklara gitmeler, bir türlü geri dönememeler, geri geldiğinde koyduğunu yerinde bulamamalar olmuştu.
Şimdi, binlerce yıllık olgunluğuyla, nice sırlara ortak, nice ihanetleri, nice vefasızlıkları, acıları bağrında gizleyip, her gün yeni doğan hayata gülümseyen bu kentin, diğerleri gibi onu da yüreğinde taşıdığını, koruduğunu bilmesindendir dizinin dibinde oturması.
Ruhunun derinliklerindeki yalnızlığı şehrin karanlık sokaklarına serpe serpe tüketmeye çalışıyordu. Sokaklar sevgilinin şevkatli kolları gibi onu sarıp sarmalıyor, sahipleniyordu.
Bu kent onu tanıyor, biliyor, seviyor, derindeki yaralarına merhem oluyordu.
Her gece cinayetlerin işlendiği, yalanların söylendiği, her köşesinde ihanet hançerinin sırtlara saplandığı, makineler arasında sarı pazarlıkların yapıldığı, rakı sofralarında memleket kurtarıldığı, beş yıldızlı otellerde limanların satıldığı, yoksulluktan bezmiş kadınların yaşadığı, sevgisiz adamların karısını tokatladığı evlerden binlerce yıldır yılmadı bu kent.
Bu kent, kirlenmiş sokaklarını yağmurlarla yıkayıp yasemin ve hanımeli kokulularını göğe salarak, yeniden filizlenecek aşk ve direniş günlerine hazırlıyordu insanlarını sabırla.
Köpek havlamalarının şiddeti artmaya başlayınca, ardından gelecek belayı kestiremediği için daha fazla ilerlemekten vazgeçti; derin bıçak yarası sokak aralarından yüzeye doğru, geri çekildi.
Kilide soktuğu anahtarı henüz çevirmeden kapı aralandı. Kapıyı kilitlemeden mi çıkmıştı, “İçerde biri mi var?” endişesi şimşek gibi kafasından geçti. İçeriye doğru tutuk ve temkinli adım atarken, uzun, dar koridorun penceresinden sızan ay ışığının cılız aydınlığında seçebildiği kadarıyla ortalıkta çıkarken bıraktığından farklı bir şey çarpmadı gözüne.
Derin bir soluk aldı, yürüdü geçti koridoru. Işıkları açmadan salona, oradan balkona çıktı.
Gecenin koyu mor saten çarşafının altında yorgun bedenine rağmen ikinci hayatının ağır devinimleri içindeki kente baktı yeniden.
Denizde hafiften başlayan dalgalarla, Karşıyakanın sahil şeridinden bu yakaya uzanan ışıkların karanlık sular üzerinde kurduğu salıncak gibi, iki yakanın arasında gidip gelen duyguların kucağına bıraktı kendini.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.