Güneşin doğuşu ve batışı kadar olağan bir doğa olayı olan yer sarsıntısı felakete dönüşmüştü 17 Ağustos 1999 günü; çünkü onlarca yıldır yapılan uyarılara karşın, beklenen depreme karşı hiç kimse hazırlanmamıştı. Tersine, o büyüklükteki yer sarsıntısının felakete yol açması için gereken ne varsa onlar yapılmıştı. 17 Ağustos sabahında deprem bölgesinde doğan güneş ülkemizin gerçeklerini yüzümüze çarpıyor, gözümüze sokuyordu aslında.
Aradan on yıl geçti. Konunun uzmanları 17 Ağustos 1999 öncesinde olduğu gibi, başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgemizdeki pek çok kentimizin çok büyük deprem riskiyle karşı karşıya olduğunu yine söylüyorlar, anlatıyorlar ama 1999 öncesindeki duyarsızlık, aymazlık ve kadercilik bugün de varlığını aynen sürdürüyor. Bir yanda Türkiye’nin, dünyadaki önemli deprem kuşaklarının birisinde bulunduğu; depremle yaşamayı öğrenmemiz gerektiği söylense de, öte yanda bunu asıl öğrenmesi gereken ve buna uygun düzenlemeleri yapması, gerekli önlemleri alması ve kararlılıkla uygulaması gerekenlerin aymazlığında hiçbir azalma görülmüyor.
Uzmanlar deprem riskinin yalnızca İstanbul ve Marmara Bölgesi için değil ülkemizin hemen her bölgesi için ciddi bir sorun olduğunu söylüyorlar ama 17 Ağustos felaketinin bile aklını başına, bilimi gündemine getirmediğini gözlediğimiz yöneticilerimiz için bu söylemler çok fazla anlam taşımıyor.
17 Ağustos 1999 depreminin “gazıyla”, insanları depremin değil yapıların öldürdüğünü anımsayan yöneticilerimiz birkaç mevzuat değişikliği yaptıktan sonra olayın arkasını bırakmış ve yapılaşma düzenimiz yine, “eski tas eski hamam” düzlemine oturmuştur.
Depremi ve deprem korkusunu ranta çeviren “becerikliler”; o korkuyu paranoya düzeyinde yaşayanlar ve “beceriklilere” para kaptıranlar dışında artık deprem duyarlılığı süren insan pek kalmamıştır. “Depremle yaşamayı öğrenmek”, depreme hazırlıklı olmak değil, depremde yitirdiklerimiz için yılda bir anma töreni yapmak olarak algılanıyor. Aradan 10 yıl geçtiği için, bu yıl anma törenleri daha da görkemli olacak gibi görünüyor. Öte yanda ise, ülkemizin ve kentlerimizin önemli bir bölümünde yapılarımız depremle dalga geçer üslup içinde yapılıyor.
Sağlıklı insan, temel olarak iki yolla öğrenir. Ya başkalarının ona aktardıkları birikim ve deneyimlerden yararlanır ya da yaşanılan olay ve olgulardan kendi birikim ve deneyimini kendisi edinir. Birincisi yapay, ikincisi doğal ve doğrudan öğrenim olarak nitelenen bu süreçler genellikle paralel yaşanır. İkinci tür öğrenim sürecinde edinilen bilgi kolay kolay unutulmaz. Belki de bu nedenle doğa her zaman ikinci tür eğitimi uygular kendi bileşenlerine! Doğanın doğrudan öğretimi yeryüzündeki en gelişmiş beyine ve algılama yetisine sahip olan insana unutulmaz bilgiler kazandırır. Ancak kimileri nedense bu bilgileri bile kolayca unuturlar ve bu kötü özelliklerini asla değiştiremezler. Belki de ülkemizin en önemli sorunu olan bu ulusal özelliğimizden arınmadıkça ne depremleri afet olarak yaşamaktan ne de yaşamın her anını afet günlerine benzeten kötü yöneticilerden kurtulacağız.
17 Ağustos 1999’dan bu güne on yıl geçti. On yıl sonra “17 Ağustos gerçeği” hala 1999’daki kadar somut ve acımasız biçimde karşımızda duruyor. O gün yer 7.8 büyüklüğünde harekete geçmiş ve 17 bin 480 canı aramızdan alıp götürmüştü. Aynı şey bugün İstanbul’da, İzmir’de, Bursa’da ya da bir başka kentimizde olsa acaba kaç kişiyi götürecek? Gidenler arasında bizler de olacak mıyız? 17 Ağustos 1999’da olanların bugün yinelenmemesi için 10 yılda ne yapıldı? Yapılması için ülkemizi ve kentlerimizi yönetenleri hiç sorguladık mı?
Ne keder tatsız sorular bunlar değil mi? Neden soruyorum ki bunları?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.