Cehennem ve labirent…

Bir hayıflanma değildir bu satırların nedeni. Sadece hem toplumsal hem de bireysel tarihe küçük bir çentik düşmektir amaç. Tarih milyarlarca, milyonlarca öykünün yanında belki onlarcasının belki yüzlercesinin örneğiyle doludur bu çentikler sayesinde. Bu salt çentik düşmenin gayreti de değildir, insanın doğasıdır bu çentik… Kendi sınıfsal özelliklerinin hemen yanıbaşında yerini alır bu çentikler insanoğlunun. Kimilerine göre bir trajedi kimilerine göre ise bir misyondur olan biten. Nasıl bir misyon? Nasıl bir misyonerlik? Bu iki sorunun da yanıtı insan olmakta yatar… Ya da Jean Paul Sartre’ın Aydın Olmak adlı yapıtında… Zor bir durumdur… Güç bir çelişkidir… Özünde hep insan vardır, insan olmak… Kimi zaman yine Sartre’ın dediği gibi, “Özgürlüğün korkunç yalnızlığıdır” insan olmak, aydın olmak… Akıl Çağı’nda, Mathieu Delarue’nin yaşadığı gibi…

Ya da eğrilmemenin, bükülmemenin; velhasılı olması gereken ile olanın arasındaki insan tercihinin sonucudur bu… Yaşamı maddi temelleri üzerinde şekillendirmek de bir tercihtir. Olan da bunun zorlamasını gerektirir zaten. Peki ya insan? “Savaştan önce Kartal’da bahçıvan” olan, “Savaştan sonra yine Kartal’da bahçıvan” kalan… Milyon milyon sayfalarda anlatılan insan… Milyon milyon dizelerde anlatılan insan…

Hep aynı noktaya geliniyor aslında; dünya öküzün iki boynuzu üzerinde bunlarla duruyor…

Özgürlük dayanılmaz bir yalnızlığa, bilmek ağır bir mutsuzluğa dönüşüveriyor… Zaten hayat da bu iki çelişkinin ürünü değil mi? Tercihler… Podyumun kenarında izlemek varken, insana dair bir duruşla ortaya çıkmak; her türlü çıkar ilişkisini bir yana bırakıp, insan olmak; sonucu dayanılmaz “korkunç” bir yalnızlık olsa bile..
İnsanın elinin kalem tutmasıyla birlikte başlayan, kendi doğasında varolanları törpüleyememesinden kaynaklanan, sınıfsal gerçekliğini görememekle büyüyen, giderek kendi tükenişine kadar ilerleyen bir süreç bu… Akrebin kendini sokması gibi adeta… Türkiye’nin kısacık tarihinde bile artık isimleri bile anılmayan, anımsanmayan binlerce örneğinde olduğu gibi… Çünkü akrep kendini zehirliyor… Daralan ateş çemberi içinde akrebin başka şansı yok; dostlarımız gibi…Gücün bir arada olmaktan geçtiğini anlamak yerine bireysel parodilerle sahne dolduran meslektaşlarımız, dostlarımız gibi…

Tarih, iyiyi, güzeli yazdığı gibi acıyı, hüznü, yalnızlığı da yazar… Ve belki de kendi sınıfsal karakterinden dolayı da acı ve hüznün ağır bastığı görülür çoğu zaman… Ama kesin olan bir şey vardır; zihinsel duruluk ve olması gerekenin yanında olamamanın fotoğrafını en net biçimde görmek… Sanırım sözün geldiği bu noktada; Alman edebiyatçı Hans Magnus Enzensberger’in ifadesi noktayı koyacak güce sahip. Ve Enzensberger’in ifadelerinden yola çıkararak baktığımızda; hem kişisel hem de mesleki yanımızla bizi saran, çeviren labirentleri görebiliriz. Adı üzerinde labirent… Her insan ilişkisinde, her işte bir labirent zaten yok mudur? Hani biraz daha ileri gidersek tarih de bir labirenttir. İnsanın kişisel ve sınıfsal özelliklerinin oluşturduğu bir labirent… Karşılaştığı durumlar, ilişkileri, iyiler, kötüler, doğrular, yanlışlar…

“Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent, o aynı kişide yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başka başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan, labirentini yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.

Ve yine Marco Polo’nun Moğol İmparatoru Kubilay Han’a anlattığı gibi;

“Biz canlılar için bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte yanyana durarak yarattığımız cehennem… İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi, pek çok kişiye kolay gelir; cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek… İkinci yol ise riskli; sürekli dikkat ve eğitim istiyor. Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim, ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak ve fırsat vermek…”
Labirent ve cehennem… Labirentte ve cehennemde yol belirlemek; labirenti bilmek; cehennemi bilmek gibi… Cehennemi kabullenmek ve görmemek; labirenti boydan boya geçmek gibi…

Galiba yaşamın tüm anlamı bu çelişkide yatıyor… Olması gereken ve olan gibi… Ve yine hep olması gerekenin yanına düşüp de, “korkunç” yalnızlığı, gündelik sıkıntıları, birilerinin “başarıları”nı izlemeyi, “burnunun doğrultusunda gitme” eleştirilerine hedef olmayı, “ya, o hep öyledir” diyenlerin arka seslerini, “birazcık idare ediverseydi ya” biçimindeki alaylı yaklaşımları göze almak gerekiyor. Aslında göze alınmayacak şeyler değil. Kimin ne dediği de hiç önemli değil. İnsanın yastığa başını koyduğunda kendiyle hesaplaşmasıdır aslolan, değil mi? Mesele “bugün insanlık için ne yaptım?” meselesi de değil. İnsanın kendi olabilmesi, kendi değerleriyle ayakta kalabilmesi…

Yine zoru seçmek kalıyor. Ama şu insanı üzmüyor da değil; Diyojen’in feneriyle “insan” arayacak değiliz elbet ama; yalnızlık üzüyor insanı… Birilerinin sırt sıvazlaması için değil, 400 yaşına gelen Don Kişot bile aradan geçen 400 yıla rağmen kendi sınıfsal karakterini göremeyen insan topluluğunu gördüğünde, sanırım aynı yalnızlık duygusuna kapılır; Rossinantesine atlar, Sanço Panço’yu önüne katar yine yollara düşerdi. Rossinante’yi sürerdi ovalara, dağlara… Sevgilisi Dulsine de Toboso’nun kimliğinde cisimleşen “Altın Post”u aramaktan hiç vazgeçmezdi.

Ve insanlık tarihi aynı trajediyle bir kez daha bir kez daha yazılıyor… Herkesin bireysel yaşantısı bu birikimin küçücük parçaları oluyor. “Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim, ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak ve fırsat vermek”le geçiyor yaşam. Tanımak, bilmek, onu yaşatmak ve fırsat vermek isterken; genel geçer pek çok şeyin uzağına düşüyor insan. Sanki iki gerçeğin çarpışması bu: Sanal ve reel olan… Ve Don Kişot gibi sanala yenik düşüyoruz çoğu zaman… Sanal kalıyoruz. Geride sadece adeta birer Sakallı Celal öyküsü kalıyor. Ve cenazeler timsahın gözyaşlarının sel olup aktığı yerler haline geliyor. Kendi vicdan hesaplaşmalarında aklama yolu oluyor Don Kişotlar… Temize çekiyorlar kendilerini cenaze törenlerinde; erken ölümlerde, bağırmadan çağırmadan gidişlerde…

Ama tüm bunlara, “özgürlüğün korkunç yalnızlığı”na rağmen, bilmenin, anlamanın, olan bitene seyirci kalmadan doğru tavırları bulabilmenin önemi zaten kendisini gösteriyor. Hepsiyle birlikte, “evrensel insan” dediğimiz noktaya insanın kendisini taşıması tek başına yetiyor. Çünkü biliyoruz ki; bu dün de böyleydi, bugünde böyle, yarın da böyle olacak. Kaba sol-Marksist bir yaklaşımla değil ama, felsefeci Slavoj Zizek’in dediği gibi “Devrim ertesi gündür, devrimden sonraki gündür – ekmeğin dağıtılacağı, herkesin ortak sorunları çözmeye başlayacağı, ortak dile katılacağı gün” Nitekim, yine ?izek’in vurguladığı gibi “paralaks bir yarıktayız” Ama, hem diyalektik olarak hem de toplumsal evrimlerin tarihiyle baktığımızda, her geçen gün dünyayı boynuzunda taşıyanların sayısı artacak ve “devrim ertesi gün” olacak…

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın