Hayatımızı çalan rollerimiz…

Ne kadar müdürsek, profesörsek, doktorsak, mühendissek, yazarsak, “bey”sek o kadar var olabiliyoruz.
Toplumsal rollerimizle üzerini sımsıkı örttüğümüz “ben”imizi soluksuz bırakıyor, boğuyoruz. Ahmet”i, “Mehmet”i, “Ayşe”yi, “Necla”yı doyasıya yaşayamadığımız için başka hayatlar bizim hayatımızmış gibi oluyor.

Bizim hayatımızmış gibi olan rollerimiz gittiğinde sudan çıkmış balığa dönüyor, kalakalıyoruz. Rollerimizin hayatımızı çalıp götürdüğünü fark ettiğimizde çok geç oluyor…

Tıp profesörü çok yakın bir aile dostumuz var. Doktorluğunu, profesörlüğünü unutabildiği zamanlarda çok keyifli zamanlar geçiririz. Edebiyattan, sanattan, yaşamdan, hanımlardan, çocuklardan konuşur, saatlerin nasıl akıp gittiğinin farkına varmayız. Ta ki, o ana kadar. Ne zaman ki benim hanım bir hastalığından konu açar, büyü bozulur. Dostum doktorluğunu ve profesörlüğünü anımsamıştır artık.
Saatlerdir Ümit ve Hasan olarak sürdürdüğümüz sohbetin devamına olanak kalmamıştır. Benim de her zaman olduğu gibi içten içe güleceğim zamana varılmıştır.

Hasan’ın önce doğasal yüzü gider, yerine “etkili ve yetkili” bir maske gelir.
Her zaman olduğu gibi sağ elinin baş parmağıyla kaşının üzerini kaşır gibi yaparken, “eeeee”ye benzer bir ses çıkarır. “Bak şimdi” diye başladığında da artık bizim Hasan başka biri olmuştur, onu geri getirmek için epey zaman gerekecektir.
Bunun tam tersi de olur. Hiç tanımadığınız biriyle tanıştırılırsınız. “Arkadaşım Ümit” diye takdim edilirsiniz. Karşınızdaki bey ya da hanımla gündelik yaşamdan konuşmaya başlar, hayatın içine dalmaya başlarsınız.

Her şey doğasaldır. “Ne iş yapıyorsunuz” sorusu geldiğinde büyünün bozulma zamanına varıldığını anlarsınız.
Söylediğiniz mesleğe göre karşınızdakinin yüzü çeşitli biçimlere girer.
Yanıtınız işçi, emekli, işsiz ise farklı, genel müdür, doktor, yönetici ise farklı bir yüzle karşı karşıya gelirsiniz.
Sonraki konuşmaların artık hükmü kalmamıştır.
Yaşamımızın en acıklı halidir bu.

Bedenimiz, ruhumuz, bir yerlerde mahzun, soluksuz kalırken rollerimizle avunarak tükettiğimiz hayatların çoğu kez farkında bile değilizdir. Farkında olsak da rollerimizle var olmak daha çekici gelir. Rollerimiz olmadan kendimizi tanımlayacak tümce bulmakta güçlük çekeriz.

Prof. Dr. Üstün Dökmen, TRT’de yaptığı “Küçük Şeyler” programlarının birinde, rütbelerin, makamların, rollerin bir ayrıkotu gibi yaşam bahçemizi kapladığından yakınmış, bu ayrık otlarının sökülüp gittiğinde, geriye artık ekilip biçilemeyen bir bahçe, işe yaramayan bir ömür kaldığını söylemiş, Çinli bir bilgeden güzel bir yaklaşım aktarmıştı. Çinli bilge şöyle diyor:

“Doğduğun zaman sadece 1’sin. Büyüdükçe 1’in yanına sıfırlar eklersin. Diplomaların, unvanların, rozetlerin olur. Evlerin, arabaların olur. Bunların her biri sıfırdır, ama 1’in sağına konuldukça senin değerin artar. Ancak bütün bu sıfırların değeri sen hayatta olduğun sürece vardır. Sen öldün, 1 gitti. Sıfırların hiçbir anlamı kalmadı….”

Ne hoş değil mi?
Sıfırların üzerine kurulan hayatlar, aslında olması gerekene varoluşumuza en büyük engeli oluşturmuyor mu?

Eşyalarımızın, unvanlarımızın, rollerimizin dışında başka bir dünya olduğunu bir anımsayabilsek, “ben”imizle barışabilsek, yiyen, içen, gezen, gören yanımızla buluşabilsek, insan olduğumuzu anımsayabilsek, mutluluğun hemen yakınımızda bir yerlerde olduğunu görebilirdik. Hayatımız, hayatlarımız ne güzel olurdu…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın