ABD’nin en tehlikeli fay hatlarının üzerinde kurulmuş kentlerinde de öyle…
Bize bakıyorum. Türkiye’ye. Örneğin İzmir’e…
Önce 5.7, ardından 5.9, sonra 5.6… Ne oluyor…
Binalar boşalıyor, sokaklar doluyor, trafik tıkanıyor, herkes tedirgin.
Bankalar kapanıyor, okullar tatil ediliyor, borsa işlem yapmıyor…
Hayat duruyor kısacası…
Ve hiç kimse, o sessiz çoğunluk “ben niye böyle binalarda yaşamaya, çalışmaya mecbur bırakıldım” diye sormuyor…
Avrupa Birliği’ne ilk adımı atmış olmanın gururuyla yaşayan insanların bulunduğu bir ülkenin üçüncü büyük kentinde en ufak bir sarsıntıda bile kendimizi dışarıya atıyoruz.
Çünkü biz, müteahhidin, temele konulacak harç için çakılın içine istediği kadar çimento karıştırdığı, kolonları ve kirişleri yaparken dilediği kalınlıkta demir kullanabilme özgürlüğüne sahip olduğu bir kentte yaşadık, yaşıyoruz.
Ve böyle bir yaşama layık görüldük. Sustuk…
Susmanın bedelini de çoğu zaman hiç bitmeyen korkumuzla, canımızla, malımızla ödedik, ödüyoruz.
En şiddetli depremin üzerinden beş dakika geçmemişti henüz ve Türkiye’nin en büyük üçüncü kentinin en büyük meydanında gördüğüm manzara içimi acıttı.
Binlerce insan çaresizce, ne yapacağını bilemez halde ve korku içinde bekleşiyor ya da amaçsız koşuşturuyordu. Yalnızca orada değil kentin her köşesinde manzara buydu…
Ben o akşam geniş bir caddenin binalardan uzak bir köşesinde, dışarıda yaktıkları ateşin başında titreşen insanları seyrederek, camları soğuktan buğulanmış bir otomobilin içinde, yatağımı hayal ederek sabahı bekledim…
Bizi güvenli binalarda uyumak yerine sokaklarda, parklarda korkuyla bekleşmek zorunda bırakan seçimle ya da atamayla gelmiş sorumlular o saatlerde belki derin uykudaydı kim bilir…
Ve bir İzmirli olarak, herkes gibi sustuğum için, “depremle birlikte yaşamak” yerine “depremde korkuyla yaşama”ya razı olduğum için kendimden utandım.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.