Düşünce yapısı 11
Yazar: Oğuz Adanır
Kişinin din görevlisi ya da yetkilisi olmayı başarmadan önce insan olmayı başarması gerekir. İnsan olabilmek, insani değerlere sahip olmak o kadar kolay bir iş değildir, zira insan dünyaya tüm insani donanımlara sahip bir varlık olarak gelmez. Bir bebeğin zamanla büyüyüp gelişmesi ve bir insana benzemesi için aileden başlayarak okul, yakın, uzak çevrenin uzun bir zaman boyunca muazzam bir çaba harcaması gerekir.
Öyleyse başkaları ya da başka kültürler hakkında ileri geri konuşmak insani değerleri yeterince içselleştirememek, onların bir kısmından yoksun olmak demektir. Bunun yanı sıra boyun eğdiği inanç sistemini, inandığı dini öğretiyi insani değerler çerçevesinden yorumlayamamak demektir. Zira İslamiyet'in Peygamberi İsa'yı bir Peygamber, onun öğretisini dini bir öğreti olarak kabul etmiş ve aynı Tanrının çocukları olduklarını söylemişse bunun tersi sayılabilecek türden düşünceler ileri sürmek İslamiyet'i İslamiyet'in Peygamberinden daha iyi bildiğini söylemekle eşdeğer bir şey değil midir? Bir Peygamber aynı Tanrıya birbirlerinden değişik biçimlerde tapan, inanan insanların birbirlerinin dini Bayramlarını kendi bayramları gibi kutlamalarını yanlış bir şey olarak görür mü?
Bunu kabul edemeyen bir düşünce yapısı ancak akılcılıktan uzak, gelişmemiş bir düşünce yapısı olabilir. Bir kez daha bunun kökenlerine inmek ve nedenlerini açıklamak gerekir. Modern toplumların atası olan geleneksel bir yapıya sahip ilkel toplumlar kısaca irrasyonel bir düşünce yapısına sahiptir. Atalarının koydukları duygusal/akıldışı kuralları içselleştirerek binlerce yıl bu şekilde yaşayabilirler, zira onların koydukları kuralları çiğnemenin ya da değiştirmenin bu ataları öfkelendirip kendilerine kötülük yapabileceklerini düşünmelerine yol açar. Bu yüzden tüm topluluk üyeleri bu sıradanlaştırılmış yaşamı içselleştirir ve yaşamı boyunca o sayılı kuralın dışına çık(a)maz. Dolayısıyla bir korku ve endişe dünyasında yaşayan bu insanlardan akılcı düşünce üretmeleri beklenemez.
Öte yandan ilkel topluluklar kendilerinden olmayanı insan olarak saymaz ve dışlarlar. Zaman içinde bu topluluklar büyüse ve düzen değişse bile bu düşünce yapısı varlığını sürdürebilir. Başka bir deyişle bu insanlar diğer insanları kendileri gibi düşünmedikleri, davranmadıkları kısaca kendi inançlarını ve yaşam biçimlerini paylaşmadıkları için yargılayıp, mahkum edebilirler. Pek çok dünya ülkesinde tarih boyunca çoğunluk ya da güçlü kesimler, kendi peygamberlerinin dini öğretilerinde böyle bir düşünce olmamasına rağmen, diğerlerini kendi inanç ve yaşam biçimlerini kabul etmeye zorlamış, uymayana karşı şiddet kullanmıştır. Şiddet her zaman şiddete yol açmış ve bu süreç ancak akılcı=uzlaştırıcı düşünceyle sona ermiştir.
Peki bir kısım insan diğerlerini neden baskı altına almak ve kendilerine benzetmek ister? İspanyol din adamları ve savaşçılar Latin Amerika istilası sırasında İsa ve Tanrı kavramlarından bihaber yerlileri görünce şaşkınlıktan küçük dillerini yutarlar. Zira onlar için İsa ve Tanrı'nın bulunmadığı bir dünya düşünebilmek olanaksız bir şeydir. Bu yerlilerin varlığını kendi inançları ve yaşam anlayışları açısından tehlikeli bulan istilacılar bunların bir kısmını Hıristiyanlaştırır ancak Hıristiyanlığa geçmeyen sayısız Latin Amerikalı yerliyi katlederler. Öyleyse başkalarına müdahale arzusu kendi inançlarından emin olamama ve bu düşünceye tahammül edememenin yol açtığı bir sonuç olarak değerlendirilebilir. O zaman da bu topluluklar kendileri gibi düşünüp, davranmayan başka insanların varlığını nasıl onaylayabilirler sorusuyla karşılaşıyoruz.
Pek çok toplum bu sorunun yanıtını yüzyıllar önce vermiş. Bu insanlar ilkel toplumlardan kalan bu geleneksel düşünce ve davranıştan kurtulmanın yolunun akılcı düşünce üretmek ve toplumun bu düşünceyi benimsemesinden geçtiğini anlamışlar. Bu konuda yine kökenlere inecek olursak geleneksel toplumlar gündelik yaşamlarında birkaç yüz sözcükten fazlasını kullanmayan, soyut düşünce yetenekleri pek gelişmemiş insanlardır. Beş, on yaş grubuna mensup çocukların ortalama zeka düzeyine sahip bu insanlar için bir bakıma soyut kavramı yoktur, her şey somuttur. Bu yüzden tek tanrılı inanç sistemlerine geçmeleri çok zor olmuştur, hatta hiçbirinin bugüne kadar sözcüğün tam anlamıyla tek tanrılı bir inanç sistemine geçmediği bile söylenebilir. Bugün yeryüzünde sokakta yürüyen her yedi insandan neredeyse beşi tek tanrılı bir inanç sistemine mensup değildir. Bu toplumların pek çoğu hala çok tanrılı geleneksel inanç sistemlerini sürdürmektedirler.
İlkel toplumlar belli bir akıl ve zekaya sahip olan ancak bunları duygularıyla yönlendiren insanlardır. Soyut düşüncenin gelişimi binyıllar almış ve modern akılcı düşünce ancak son üç yüz yılda biçimlenmiştir. Geleneklerinin dışına çıkamayan ve mevcut evren ve dünya açıklamaları son derece basit olan toplumlardan soyut açıdan gelişmiş bir zeka düzeyi gerektiren tek tanrılı bir inanç sistemini benimsemesi beklenemez. Örneğin, bin yıldan uzun bir süre öncesine kadar atalar dini Şinto'ya boyun eğen Japonların gökyüzünde bir tanrı ya da tanrılar arama düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmemiş. Bu işi Çin Budizmi?nin buraya yerleşmesinden sonra yapmışlar. Öte yandan zaman içinde iki düzeyli bir Budizm oluşmuş. Birincisi soyutlama kapasitesi son derece düşük halkın anlayabileceği düzeyde az sayıda kuraldan oluşan basit bir Budizm, diğer yandan seçkinlerden oluşan, zeka ve soyutlama kapasitesi yüksek bir kesime uygun üst düzey bir Budizm.
Bu açıklama diğer toplumlar içinde geçerlidir. İsa ve Meryem'in yanı sıra bugün hala Hıristiyan Avrupa'nın pek çok kentinden köyüne her yerleşim biriminin (Aziz ya da Azize anlamında) bir patrona sahip olduğu görülmektedir. Neden? Açıklaması çok kolay. Hıristiyanlık öncesi çok tanrılı Pagan inanç sistemine mensup bu insanlar için her türlü Tanrı ve inanç uygulaması somut düzeyde olup biterdi. Dolayısıyla gökyüzünde yaşadığı söylenen ancak tek tanrılı dinlerin Peygamberleri dışında kimsenin görme şansı bulunmayan her şeye kadir bir Tanrı açıklaması yetersiz kalmıştır. İnsanlar bu açıklamayı hep birileri, özellikle sıra dışı ruhani niteliklere sahip olduğunu düşündükleri insanların ağzından dinleyerek onaylamışlar ve bu düşünceyi onların aracılığıyla kabul etmişlerdir.
Aynı durum Anadolu için de geçerlidir. Kitlelerin çok büyük bir çoğunluğunun okuma yazma bile bilmediği İslam dünyasında (oysa okumak ve yazmak sistemli soyutlamanın başlangıç noktasıdır) Tanrı düşüncesini kavramak o kadar kolay bir iş değildir. Zaten İslamiyet'in Peygamberinin ölümünden kısa bir süre sonra ortaya çıkan Tasavvuf kavramı bu düşünceyi doğrulayan en somut olgudur. Bütün ülkelerde tasavvuf düşünürleri, şeyhler, şıhlar, vs topluluklara soyut Tanrı düşüncesini anlayabilecekleri şekilde aktarmışlar, ancak bu işin tekelinin kendilerinde bulunması gerekliliğini her zaman bu topluluklara göstermişlerdir.
Sonuç olarak İslam dünyasında da bir halkın anlayabileceği inanç sistemi bir de soyutlama kapasitesi çok yüksek seçkinlerin tartışıp, konuşabileceği bir inanç sistemi vardır.
Yeniden son soruya dönerek bir takım insanlar kendileri gibi düşünüp, davranmayan başka insanlarla nasıl insanca bir arada yaşayacak? Osmanlı bu sorunu yüzyıllar boyunca demir yumruğuyla halletmiş. Yüzyıllar boyunca her topluluğun kendi inanç sistemini sürdürmesini sağlamış, yalnızca maddi yaşamla ilgili ortak alan ve konularda aynı adalet mekanizmasına boyun eğdirmiştir. Mustafa Akdağ bu uygulamayı "Laisist" olarak nitelendiriyor. Çünkü kimse kimsenin inancına karışmadan kendi içinde huzurlu ve güven içinde yaşayabiliyor. Doğal olarak bu sözcüğün gerçek anlamında laik bir yaşam değil, zira toplumun tamamı akılcı toplumsal, hukuki, bilimsel, siyasi (demokrasi), vs düşünceye boyun eğmiyor.
Sonuç olarak yapılması gereken şey öncelikle mevcut toplumun soyutlama kapasitesini çok daha üst bir düzeye çekmektir. Bu ise ancak akılcı, nesnel-bilimsel düşünce üretimiyle mümkündür. İnançların, başka bir deyişle çağlara direnmeye çalışan dogmaların belirleyici olmaya çalıştığı (ancak çağımızda artık bu mümkün değildir) bir eğitim sistemi akılcı düşünceden bağımsız daha çok duygulara seslenen bir inanç anlayışının yıpranmasından başka bir şeye yol açamaz. Zira nesnel-bilimsel dünyanın ürettiği somut bilgi ve ürünler, nesneler karşısında görece basit bir düzeye sahip olmaya mahkumdur.
Tek tanrılı inanç sistemleri bu görece basitliği en üst düzey soyutlama alanlarından biri olan felsefi düşünce üretimiyle aşmaya ve çağdaş insanın entelektüel kapasitesine uygun hale getirmeye çalışmıştır. Felsefenin yer almadığı ya da genel anlamda felsefi düşüncenin üretilmediği bir toplumun dini anlamda ya hiçbir şeye inanmadığı ya da çağdışı bir inanç sistemini sürdürmeye çalışarak kendisini oluşturan bireyleri mutsuz ettiği söylenebilir. Zira bu durumu sürdürme konusunda ısrarcı olmak ortaya ayrımcı bakış açılarının çıkmasına davetiye çıkarmak demektir. Çünkü felsefenin sınırlarını belirlediği çağdaş akılcılığa uygun bir şekilde düşünenlerle düşünmeyenler arasında inançla ilgili görüş farklılıkları olması kaçınılmazdır. Bu konuda insanlığın geçmişine bakmak ve neler olup bittiğini anlamak sorunun çözülmesine katkıda bulunabilir. Örneğin, ünlü fizikçi ve çok dindar bir insan olan Newton Tanrının yasalarıyla Doğanın yasalarını birbirine karıştırmamak gerektiğini söylerken, yine çok dindar bir bilim adamı olan Pasteur inancıyla bilimsel düşünceyi asla birbirine karıştırmamıştır.
Dolayısıyla zeka düzeyi yüksek insanları duygular evreni içine hapsetmek ne akılcı ne de insani bir davranıştır, zira aklı ve bireysel zekasıyla inançları arasında her gün pek çok çelişkinin varlığına tanık olan insanın psikolojik açıdan yıpranmaması mümkün değildir. Bu durumun uzun süreli olması insanları zaman içinde ya din kavramını tamamen dışlamaya ya da nesnel-bilimsel düşünceyi yadsımaya itecektir ki, ülkemizde bu iki durumla da karşılaşmaktayız.
Öyleyse akılcı düşünceye boyun eğmekten başka bir çözüm yok. Öğretim evreninde en önemli aşama ilköğretimdir. Zaten genelde doğuştan meraklı bir varlık olan çocuğun bu merak duygusunu öldürüp, yok etmek yerine onu geliştirmek gerekir. Eğitim ve öğretimin insanlara belli nesnel-bilimsel bilgiler aktarmanın yanı sıra belki de ondan çok daha önemli olan soyutlama kapasitesini geliştirici bir niteliğe sahip olduğunu söylemek gerekir. Çağımızda soyutlama kapasitesini dinlemekten daha çok geliştiren bir şey varsa o da kitap okumaktır. Son araştırmaların bazıları toplumun kitap okumaktan hiç mi hiç hoşlanmadığını göstermektedir. Oysa nitelikli öyküler, roman okumak bile soyutlama kapasitesinin gelişmesine yol açar, çünkü bu çalışmalar sistemli düşüncenin ürünüdür. Gazete, dergi, fal, vs okumakla soyut düşünce kapasitemiz gelişmez. Televizyon dizileri, programları, bilgisayar oyunlarının soyutlama kapasitesinin gelişmesine önemli bir katkısı yoktur. Kişi ancak zaten gelişmiş bir soyutlama kapasitesine sahipse bunlardan istediği gibi yararlanabilir.
İnsanların soyutlama kapasitesini eğitim-öğretim yoluyla geliştirmek bu insanların evrene, dünyaya, yaşama ve inançlarına çok daha geniş bir perspektiften bakmalarına, dolayısıyla daha anlayışlı, makul düşünebilen kendisi gibi düşünmeyen ve davranmayanları daha kolay kabul edebilecek, insani ve ahlaki değerleri yüksek bireyler olmalarına yol açabilir. Çünkü akılcı düşünceye boyun eğen bir zeka kardeşlerin bile aynı karakter özellikleri taşımadığı modern bir dünyada başkalarının da kendi sahip olduğu hak ve özgürlüklere sahip olabileceğini kolaylıkla kabul edecektir.
Kısaca milyonlarca insandan oluşan ve modern yaşam koşullarını kabul etmiş bir toplumda geleneksel düşünce yapısını sürdürmeye çalışmak karmaşa, kaostan başka bir şeye yol açmaz. Modern dünyanın tüm olanaklarından yararlanıp modern dünyanın düşünce yapısını yadsıyamazsınız. Yadsırsanız kendinizi bir açmazla karşı karşıya bırakırsınız. Bugün dört yaşında bir çocuk cep telefonuyla Internet üzerinden oyun indirip oynayabiliyor. Hiçbir kuvvet bu çocuğa aklının, zekasının kabul etmediği şeyleri kandırmaca ya da zorlamayla kabul ettiremez. O dünya artık sona erdi. Çağlar boyunca gelişen sağlık ve beslenme koşullarına paralel bir şekilde kolektif akıl ve bireysel zeka da gelişti. Bugün köylere kadar giren bilgisayar, cep telefonu ve tüm diğer akılcı düşünce ürünü teknolojiler insanları her geçen gün daha çok akılcı düşünceye yaklaştırıyor, ancak bunun böylesine düzensiz ve dengesiz bir şekilde olması nitelikli bir eğitim-öğretim sürecinden geçmemiş zihinleri belki daha da karıştırabilir.
Bugün dünyanın saygın toplumları arasına girmenin yolu geleneksel düşünce yapısının tüm olumsuz unsurlarından kurtularak nesnel-bilimsel düşünceye dayalı nitelikli ve demokratik (herkese eşit şans tanıyan) bir eğitim sisteminden geçmektedir. Türkiye'nin önünü kesen en büyük ikilemlerden biri budur. Bunun nedeni kendi arzu ve iradesiyle bu adımı atma konusunda gösterdiği isteksizlik ve yanlış uygulamalardır.