Kırmızı kazağın elli yıllık yolculuğu 2025-03-11 13:49:20
Yazar: Semra Yeşil
Erzurum’dan yola çıkmışlardı. Heyecan ile gelmelerini bekliyorduk. İzmir’e ulaşmaları bir günden uzun sürdüğü için genellikle bir gece mola verirlerdi. Telefonla "Yola çıkıyoruz" haberini aldığımız andan itibaren anneme, "Ne zaman burada olurlar?" diye sormaya başlamıştım. Kış olduğu için de yollar karla kaplıydı. Bu defa gelmeleri daha da uzun sürebilirdi. Annemin heyecanı ise benimkinden farklıydı. "Sağ salim ulaşsalar" deyip duruyordu. Hatta yaklaştıklarını hissettiğinde, balkona çıkar, onlar gelene kadar gözünü lojmanın ana kapısından giriş kapısından ayırmazdı.
Çocukluğumda dayımların tatillerde İzmir’e gelişleri bizim için bayram ile eş değerdi. Çünkü onlarla bir araya geldiğimiz günler boyunca iki kuzenim, iki ablam ve ben oyun oynamaya doyamaz, gülmekten eğlenmekten kendimizi alamazdık. Liderimiz ise en büyüğümüz olan kuzenim İsmet’ti. O kadar komik, o kadar afacan ve bir o kadar da zeki ve akıllı olan İsmet, hepimizi güzelce organize eder, her birimize ayrı görevler verir, bize de pek çok yaramazlık ve afacanlıklar yaptırırdı. Bunların başında en net hatırladıklarımdan biri, çekirdeklerin içini çıkarıp, acı biber doldurarak, ortaya bırakmasıydı. Küçük ablam fark etmeden çekirdekleri yiyince de evde adeta kıyamet kopmuştu.
Uzun ve zorlu bir yolculuğun sonunda, kapıdan girdiklerinde, hepimiz sevinçten havalara uçuyorduk ki; paltosunu çıkarıp, salonun kapısında belirdiğinde, hepimizin gözleri üzerindeki kırmızı kazağa kilitlendi. Kırmızı üzerine beyaz işlenmiş motifleri ile "kalın kar kazağı" hepimizin gözünü almıştı. Ona da o kadar yakışmıştı ki; gözlerimi bir türlü ayıramıyordum. Bir yandan içimden "Kazak keşke benim olsa" derken, bir yandan da "Acaba bize ne oyunlar öğretecek?" diye düşünüyordum.
Sarılma ve öpüşme faslı bittikten sonra annemle babam, dayım ve yengemle salonda hararetle uzun zamandır birikmiş sohbetlerini daldıklarında, biz de odada "kırmızı kazaklı yakışıklının" organize edeceği yeni afacanlıkları dinlemeye başlamıştık bile…
Hava Subay Lojmanları"ndaki evimiz, iki oda ile iki bölümlü büyükçe bir salondan ibaretti. O kadar insanı konforlu bir şekilde yatırmak tabii ki annemin hüneriydi. Şimdilerde pek çoğumuzun unuttuğu pamuk yer yatakları o zamanlar aynı şehirde bile birbirlerine yatılı misafirliğe gidenlerin kurtarıcısıydı. Salona iki taraflı yer yatakları açılıverince bize de yeni bir eğlence ortamı oluşurdu. Taklalar atılır, köprüler kurulur, saatler ilerleyince de yatakların üzerinde sızılır kalınırdı. Hepimizi tek tek yataklarımıza yerleştirmek ise ayrı bir iş olurdu tabii…
Geldikleri gecenin sabahında kahvaltı ederken, masada hepimizin sıra ile çay dökmesi, bizim için bir eğlence konusu olsa da annemler için nasıl bir çile olduğunu ancak ileri yıllarda anlayabildim.
O günlerde, günün birinde, hayran olduğum kırmızı kazağın başrolde olacağı bir öykü yazacağım ise hiç aklıma gelmemişti.
Kaldıkları sürece neredeyse üzerinden hiç çıkarmadığı kırmızı kazağı, birden büyüdüğü için ne yazık ki çok uzun süre giyemedi. Bir sonraki gelişlerinde kazağın kolları neredeyse dirseklerindeydi. Biz de buna çok üzülmedik tabii ki. Çünkü o zamanlar çocukların küçülen kıyafetleri aile içinde dolaşıma çıkardı. Dolayısıyla İsmet’ten sonra en büyük olan, ablam Leman kazağı giyme şerefine erişen ilk kişi oldu. Küçük ablam Sema’yla ben de arada sırada üzerimize giyip deniyorduk. Benim neredeyse dizlerime kadar ulaşan kazağı giyebilmem için korkarım uzun bir süre beklemem gerekecekti. Buna rağmen kazağın bizim evde olması sevindiriciydi. Zaten sıra da Sema’daydı. Benim dizlerime gelen kazak, onun bacaklarının üst kısmında duruyordu. Kazağı giymesine az kalmıştı. Kazağın kolları Leman Ablama da kısa gelmeye başlayınca, Sema’ya gün doğdu. Artık kazak onundu. Pileli mini eteğinin üzerinde kırmızı kazak muhteşem görünüyordu. Ben de "Büyüsem de ben de onlar gibi giyinsem" diye dua edip duruyordum.
Bizim ailede çocuklar çok hızlı büyüdükleri için giysileri çok uzun giyme imkânları olmaz, hepsi yepyeni kalır, bir sonraki çocuğa devir olurdu. Bu arada babamın "Düzinesi daha ucuza geliyor" lafını da hatırlamadan geçemeyeceğim. Seyrettiği "Cheaper by the dozen" filminden esinlenerek, çok çocuklu ailelerde alınan bir kıyafetin bütün çocuklar tarafından sırayla giyilmesinden dolayı "Çok çocuğun masrafı daha az oluyor" şeklindeki esprili yaklaşımı.
Sema çok üzgündü… Çünkü kazak belinin üstüne çıkmış. Kolları kısalmaya başlamıştı bile. Anneme, "Kollarını ve belini biraz uzatabilir misin?" diye sordu. Çünkü o zamanlar kısalan kazakların kol kısımlarından ya da belinden ilmek çıkarılarak, biraz olsun büyütülebilirdi. Annem aynı yünü bulmanın imkânsız olduğunu söylerken, ben çok mutluydum. Zaten diğerleri gibi ben de birden büyüyüvermiştim. Kazağın boyu biraz uzundu ama sorun değildi. Zaten uzun olunca daha havalı görünüyordu.
Kırmızı kazağı giyme hayallerimin gerçekleşmesi yedi yıl sürmüştü. Artık kazağı uzun süre birilerine kaptırmamam gerekiyordu. Tam da o yıl halk oyunları derneğine yazılmıştım. Hafta sonları çalışmalara giderken kotumun üzerine kazağımı giyiyor, eskimemesi için gözüm gibi bakıyordum. Bu arada arkadaşım Mualla ile ablam Leman kazağın modelini kareli kâğıt üzerine çıkarıp, aynısından örmeye başlamışlardı bile. Ancak orijinalinin güzelliğine ulaşmak mümkün değildi. Hem rengi hem yünü hem modeli hem de örgüsü o kadar kaliteliydi ki; bence yeni örülenler onun kadar güzel olmuyordu. Yengem gerçekten örgüde çok başarılıydı.
Benim kazak, çevremde oldukça sükse yapmıştı. Neredeyse kazağı daha fazla giyeyim diye büyümekten vazgeçecektim. O zaman boyu çabuk uzayanlar için "Sulak yerde büyümüş" denirdi. Bu doğruydu. Çünkü biz gerçekten neredeyse denizin içine doğmuştuk. Boyum çok çabuk uzadı, kollarım zaten normalden uzun olduğu için, hiçbir kazağın kolu tam gelmezdi. Çekiştirip dururdum.
Bir gün olanlar oldu… Kazağın kolları ve beli bana da kısa, bedeni ise dar gelmeye başladı. Oldukça üzgündüm. Annemin ördüğü kazakların dar gelmesi durumunda "ütü ile genişletme" yöntemine başvursam da kabul görmedi. Kazak orijinal bir şekilde gelecek nesillere aktarılacaktı. Karar buydu…
Kazak ilk evine geri döndü. Bu arada dayımlar da İzmir’e tayin olmuşlardı. Gönülsüzce de olsa, kazağı küçük kuzenim Alp’in giyebilmesi için kendi ellerimle teslim ettim.
Bu kazak sanki sihirliydi. Kim giyse yakışıyordu. Ona da çok yakıştı. O da hemen giydi ve yan gözle bana bakarken, sanki "Ben de bu kazağı uzun zamandır bekliyordum" der gibiydi. Gözüm arkada dayımlardan ayrılırken, "Kim bilir bu kazak bize bir daha ne zaman geri döner?" diye düşünüyordum.
Kimseye uzun süre yâr olmayan kazak, Alp’e de olamadı elbette…
Bu arada halamın çocukları Aybars ile Elvan da büyümeye başlamışlardı ve halamın da o kazakta gözü olduğunu bir gün bize geldiklerinde kazağın nerede olduğunu sormasından anladık. Dayımlarda olduğunu söylediğimizde gözleri parladı. O, "Alp de büyüdü, kazağı şimdi kim giyiyor?" diye sorarken ben de içimden "Aybars’la Elvan da giyerse toplamda yedi çocuğu büyütmüş olacak" diye düşünüyordum. Düşündüğüm gibi de oldu. Halam yengemden kazağı istedi, yengem de "Yarattığı eserin bu kadar değer görmesinden memnun bir sanatçı edasıyla" kazağı halama verdi. Her iki kuzenim de kazağın tadını çıkara çıkara giydiler…
Kazak bir daha bize geri dönmedi. Çünkü ben bizim ailenin en küçük çocuğuydum.
"İsmet’in kırmızı kazağı" yedi çocuk büyüttü… Ama bana göre kimseye ona yakıştığı kadar yakışmadı. Onu ilk defa o kırmızı kazakla lojmanlardaki evimizin kapısında gördüğümdeki o güzel çocuk, büyüdüğünde yine yengemin ördüğü güzel kazakları giyen yakışıklı bir genç doktor oldu. İsmet hiç yaşlanmadı…
Hala uzun boyu, kumral saçları, ışıltılı güzel gülüşü ile bu defa yüreğimizi sızlatıyor. Çünkü onu çok erken yaşta kaybettik… Acısı yüreğimize kor gibi düştü…
Tam da o günlerde kazağı en son giyen kuzenim Elvan evleniyordu. Evini yerleştirmek için yardıma gittiğimde koltuğun üzerinde gördüğüme inanamadım. Kazak yastık olmuştu. Ben yere çakılmış gibi yastığa, Elvan da ne olduğunu anlamaya çalışarak, bana bakarken, "Kazağın yola çıktığı Erzurum’dan, Karşıyaka’ya gelene kadar geçirdiği yolculuk" bir film şeridi gibi yaşlı gözlerimin önünden geçiyordu…
İsmet artık yoktu ama bize bıraktığı kazağı hâlâ yaşıyor, bir yastığa dönüşmüş, karşımda duruyor, rengi ise ilk günkü canlılığını koruyordu.
Elvan’ın evlenmesinin üzerinden neredeyse yirmi beş yıl geçti. Biz İsmet’i de kazağını da hiç unutmadık. Her fırsatta yedi çocuk büyütüp, sonunda yastık olan kazaktan söz ettik. Ben arada sırada Elvan’ın evinde yastığı görsem de uzun zaman olmuştu onu görmeyeli, hatta düşünmeyeli… Ta ki arkadaşım Aybala’nın bir gün beni arayıp, bir proje için, hem de sergilenecek olan bir nesne hakkında öykü yazmamı istediği güne kadar.
Bir nesne seçmemi istediğinde ilk aklıma gelen neden o kazak olmuştu? O gün anlayamasam da Elvan’a telefon edip, proje nedeniyle, tekrar geri vermek üzere, bir süreliğine yastığı alıp alamayacağımı sorduğumda, memnuniyetle kabul emişti. Naftalin ile korunmuş, hâlâ pırıl pırıl olan yastığı alırken, "Semra Ablacım, emanete çok iyi baktım, bu yastığı işin bittikten sonra bana geri verme, bendeki görevi bitti. O artık senin" deyişi üzerine her ne kadar, "Yok işi bitince geri getireceğim" desem de aslında çok sevinmiştim…
Sözünü ettiğim proje hayata geçmedi. Ama ben hikâyeyi yazmıştım ve yastığa dönüşmüş kazak da bana geri dönmüştü. Ama bu onun yolculuğunun son durağı değil… Yengemin İsmet için sevgiyle ördüğü kazak ve hikâyesi onun çok kısa süren hayatının ışığını yaymak için yolculuğuna devam edecek…