Han Kang (Vejetaryen - Çocuk Geliyor) 2024-11-06 11:58:43
Yazar: Osman Akbaşak
2024 Nobel Edebiyat ödülü Koreli Yazar Han Kang’a verildiği zaman tanımadığım bir yazar olduğu için bir ölçüde sevindim. Yeni bir yazar belki de yeni bir yazınsal biçim tanıyacaktım. Birebir düşündüğüm gibi oldu. Yazarın Türkçe'ye çevrilmiş dört kitabı var: Vejetaryen (2016), Çocuk Geliyor (2016), Veda Etmiyorum (2024), Beyaz Kitap (2024).
İlk üç kitabı İzkitap’ta aldım, Vejetaryen ve Çocuk Geliyor’u bir hafta içinde okudum. Bu iki kitaptan yola çıkarak yazarı ve biçemi üzerine bir şeyler yazmak istiyorum. Kitap Fuarı’nın son günü değerli dostum Aydın Şimşek’le karşılaştım, edindiğim düşünceleri paylaştım. İlk tepkisi “Kirli gerçekçilik” oldu, devam etti:
“Edebiyatımızın bir türü olan Kirli gerçekçilik birkaç alt dala ayrılır… Bunlardan birisi pornografik olanın edebiyata aktarılmasıdır ve oldukça kaba çekiniksiz bir dille yapar bunu… Diğer bir alanında -ki daha yoğun olarak görülür- yeraltı, kaos, anarko bir dil kullanarak şiddeti ya açıkça övgüleyerek karşı çıkış-itiraz dili kullanır ya da şiddeti en açık haliyle teşhir ederek hiçbir şeyin üstünün örtülemeyeceğini duyumsatır. Kirli gerçekçi edebiyatın fantastik ve bilim kurgu ile de yakın ilgisi vardır.”
Romanları hiç okumadan bunları söylediğinde aslında iki ayrı kitabın da tanımını yapmış gibiydi. Vejetaryen’de kısa bir bölümde olsa bile pornografi, Çocuk Geliyor’da ise daha uzun bölümler halinde ve oldukça sert bir biçimde şiddet (işkence) vardı.
Bu genel açıklamadan sonra iki romanı ayrı ayrı değerlendirmeye çalışayım.
Vejataryen
Vejetaryen bakıldığında bir beslenme biçimini ifade etse de konu bu değil. Kitap Yonğhe'nin hikâyesini anlatıyor ama okur olarak hiçbir zaman Yonğhe'nin kendi düşüncesini anlayamıyoruz. Kocası, kız kardeşi ve onun kocası anlatıcı… Roman sanki üç öykünün (Vejetaryen, Moğol Lekesi ve Alev Ağacı) birleştirilmiş hâli, her biri bu üç anlatıcının bakış açısıyla sunuluyor. Ana konu Yonğhe'nin vejetaryen olmaya karar verdikten sonra yaşadıkları.
Başlık niye vejetaryen, diye düşündüğümde zaman içinde fark ettim ki bugüne değin çok az tanıdığım Kore toplumunun beslenmesinde her türlü et yemeği ön sırada. Biri kalkıp da “Ben bundan sonra artık asla et yemeyeceğim” dediği zaman topluma en azından yakın çevresine büyük bir başkaldırı başlatmış gibi görünüyor. Neden bu başkaldırıya girişiyor, çok sıradan bir yaşamı var. Bunu kitabın ilk paragrafından anlıyoruz:
“Dürüst olmak gerekirse ilk gördüğünde, bana hiç de çekici gelmemişti. Orta boyu, ne uzun ne kısa saçları, ölü hücrelerle dolu soluk cildi, çıkık elmacık kemikleri, modern görünmekten korkuyormuşçasına sade kıyafetleri bilmem gereken her şeyi özetliyordu.
Onunla evlenmem özel bir cazibesinin olmamasının yanı sıra belli bir eksikliğinin de görünmemesinden ötürüydü. Herhangi bir canlılık, cazibe ya da zarafet göremediğim karımın pasif karakteri her halükarda bana uyuyordu. Kalbini çalmak için fazla bilgiliymişsin gibi davranmama gerek yoktu, randevu saatine geç kalacağım diye telaş yapmam gerekmiyordu ya da acaba beni moda dergilerinde yakışıklı erkekleriyle kıyaslıyor mu diye endişelenmiyordum.”
Böyle bir kadının bu tür bir başkaldırısının ardından, karşılaştığı tepkiler hatta şiddetin ölçüsü nedir, fiziksel şiddet mi daha zordur yoksa duygusal şiddet mi, ya da Yonğhe'nin kendisine uyguladığı şiddet mi? Orta ölçekli pornografi ve şiddetin iç içe geçtiği zaman zaman estetik bölümlerin de bulunduğu bir roman okuyacaksınız.
Çocuk Geliyor
Bu romanı okumadan önce Kore tarihine göz atmak yararlı olacak. Ben bir süre okuduktan sonra bunu yapmak durumunda kaldım.
Aşağıdaki bilgileri Enes Özkan’ın 24 Kasım 2021 tarihindeki bir yazısından özetleyerek aldım.
“Güney Kore’yi 1963-1979 yılları arasında yöneten Park Chug-lee ülkede ilk kez askeri darbeyle iktidarı eline alan bir diktatördü. 1961-1963 yılları arasında askeri diktatörlük başkanı olarak ülkeyi yöneten Park, 1963’te kendisini Cumhurbaşkanı olarak seçtirdi. Onun iktidarı döneminde Güney Kore hızlı bir ekonomik büyüme ve sanayileşme yaşadı. Yönetimi altındaki ülke dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri oldu. Fakat bu yıllarda muhalefet hep bastırıldı, demokrasi talepleri sert şekilde cezalandırıldı. Park, Ekim 1979’da Seul’deki evinde Merkezi İstihbarat Dairesi müdürü tarafından öldürüldü.
Park’ın öldürülmesinin ardından Chun, çeşitli kesimlerle yaptığı ittifakların ardından ülkenin başına geçti. Ancak onun diktatörlüğü selefininki gibi olmadı. İlk günden kitlesel protestolarla karşılaştı ve bir müddet olayların yatışmasını bekledi. Halk demokratik olmayan bir kalkınmayı istemiyordu. Özgürlük, ekonomik refahtan daha önemliydi.
Askeri diktatörlük hülyasını sürdürmek isteyen General Chun Doo-hwan ise protestoların geçmesini iki ay bekledikten sonra askerleri sahaya sürdü. Toplumsal muhalefeti bastırdı; kalkışan sivil toplumu budadı.
Fakat Kore halkının özgürlüğünü tekrar yitirmeye niyeti yoktu. Kasım 1979’da başlayan gösteriler 1980 yılı Mayıs ayına değin sürmüştü. Mayıs ayında ise tarihe "Gwangju ayaklanması" olarak geçecek hadise yaşandı. Askerler kontrolü sağlayamıyordu. “Siyah Bereliler” denen özel komando birlikleri gönderildi. Kentteki Jeonnam Üniversitesi öğrencileri 1980 yılının 18-19 Mayıs günü kolluk güçlerinin saldırısına uğradı. Takip eden günlerde şehrin iletişim hatları kesildi ve dünyayla bağlantısı kalmadı. Hatlar kesildikten kısa bir süre sonra, askerle çatışmaya devam eden halkın üzerine helikopterlerden ateş açıldı. 200’den fazla sivil öldürülürken 1800’ün üzerinde Koreli yaralandı.”
Ve… Gwangju ayaklanmasına şahitlik eden, o esnada on beş yaşında bir çocuk olan Hang Kang o günlerde yaşananları “Çocuk Geliyor” kitabıyla anlattı. Gwangju Ticaret Odası’nda saklanan ve olaylara şahit olan Kang, kitabında o gün askerlerin adeta bir soykırım yaparcasına öfkeyle halka hücum ettiklerini yazdı.
Dava sona erdikten sonra hükümet Gwangju ayaklanması mağdurlarına tazminat ödedi ve itibarları iade edildi. 18 Mayıs anma günü olarak belirlendi ve anısına bir anıt inşa edildi.”
Bu roman için ayrıntı yazmayacağım. Han Kang’ın çocuk yaştaki tanıklıkları ve elbette çevresinden duydukları ile bu kitap ortaya çıkmış. Birkaç tümcesini aktararmakla yetineceğim:
“Sadece görmezden gelerek yaşasan olmaz mı? Kendini yıpratman beni çok üzüyor. Her şeyi öylece unutup, başkaları gibi üniversiteye gidip, kendi ekmeğini kendin kazanıp, iyi biriyle de tanışıp evlensen…”
“Askerlerin bizden kat kat güçlü olduklarını bilmiyor değildim. Ancak garip olan onlarınkinden daha güçlü bir şey beni etkisi altına almıştı. Vicdan. Kesinlikle vicdan. Dünyadaki en korkunç şey de odur.”
“Siz bilir misiniz, insanın kendisinin tamamen temiz ve iyi bir varlık olduğunu hissinin ne kadar güçlü olduğunu? Vicdan denilen göz alıcı parlaklıktaki mücevherini alnıma çakılmış gibi olduğun o ânın parlaklığını?”
“Ben mücadele ediyorum. Her gün tek başıma savaşıyorum. Hayatta kalıp, hâlâ yaşıyor olmanın utancıyla savaşıyorum. İnsan olmanın acımasız gerçeğiyle savaşıyorum. Ölümün bu gerçekten sıyrılmamı sağlayacak tek yol olduğu düşüncesiyle savaşıyorum. Siz, benim gibi bir insan olan siz, bana ne diyebilirsiniz?”
Nasıl, size de tanıdık geldi mi?
Burada bir uyarıda bulunmak istiyorum. Kore’de yaşananlar bizim 12 Eylül’de yaşadıklarımızın benzeri hatta çok daha acımasızı. Yazının başında belirttiğim şiddetin, işkencenin en zorlusuna, acımasızına tanıklık edeceksiniz. Sinirlerinize güvenmiyorsanız bu kitabı okumayın.
Sonuç olarak Nobel ödüllü iki romandan söz ederken baharlı, çiçekli konular değil yaşamın en sert en acımasız konularını gözümüze, beynimizin en derinlerine işleyen ama hep bir yerlerde duran konuları öne çıkaran romanları tanıtmaya çalıştım. Ben edebiyat adına okuduğum için çok mutluyum.
Han Kang’ı cesur kalemi için kutluyorum.