Geçmişin hafızası - yaşananların geçiciliği 2024-11-10 10:00:00
Yazar: Raşel Rakella Asal
Herkesin kendine özgü bir dünyası vardır. Her birimiz, önünde sonunda, kendi gözlerimizle dünyaya bakarız. Herkesin kendi dünyasının diğerleriyle özdeş olmadığını biliriz. Olayları, durumları, ilişkileri tek bir açıklama kalıbına sığdırmaya çalışmamaya özen gösteririz. Biliriz ki, bakış açımızı genişlettikçe dünyamız da genişler. Bu konuda edebiyat eserleri sorgulayıcı yanları ile önem kazanır.
Belleğe ilişkin genel yorumlarda ciddi farklılıklar görülür. İnsanın en güçlü tarafının bellek olduğu savı kadar yaygın bir diğer sav ise belleğin insanın en zayıf yanı olduğu savıdır. Belleğin insanın üzüntü ile sevinç arasındaki gidiş gelişini mi, yoksa varoluşunun gücünü ve direncini mi, kırılganlığını ve boyun eğici yanını mı temsil ettiği ise tartışmalıdır.
Gerçekten de bellek varoluşun başlangıcı ve bitişi, insanın kendini bulması ve kaybetmesi midir acaba? Bellek insanın yası veya şöleni midir? Tüm bu soruların içinden çıkmanın zorluğu karşısında, kesin olan tek şey var: bellek yaşadığımız hayat kadar uzun bir yolculuktur. İyi yaşanmış bir "geçmiş" özlenen ülkedir, yitik cennettir. Bellek çoğu devinimini çocukluktan alır. Pek çok yazar önünde ya da sonunda oraya iner, imgeyi oradan diriltir, sözü oradan başlatır. Acı tatlı anıların çoğu orada tutulu olduğuna, tecrübelerin en gizlisi orada saklı olduğuna göre yazar için bulunmaz bir hazinedir.
Walter Benjamin 1932’de yazdığı ve hayattayken yayımlanmamış olan "Kazı ve Hafıza" metninde hafızanın geçmişi keşfetmek için bir araç değil, bir ortam olduğunu söyler. Nasıl ki, bir antik kent kazındıkça bize tarihini aktarır, hafıza da eşelendikçe geçmişi tecrübe edenin, onu yaşayanın aktardığı bir mekâna dönüşür.
Walter Benjamin hafızaya bir arkeolog gibi bakmayı önerir. Kazı faaliyeti, meselenin göremediğimiz, üzerine toprak atılmış katmanlarını tanımamıza olanak verir. Hafızayı kazımak sadece geçmişi araştırmak için kullanılan bir teknik değil, bugünkü izlerin, belirtilerin, yüzeye vuran şeylerin kaynağı olabilecek hikâyeleri, düğümleri de bilme, arama faaliyetidir. Bu düşüncesini şu sözleriyle açıklar:
"Her kim gömülü geçmişine ulaşmak isterse, kendini kazı yapan biri gibi görmeli, böyle davranmalıdır. Bu kazıcı ki aynı meseleye tekrar tekrar dönmekten kaçınmamalı, toprağı eşeler gibi eşelemeli, sanki bir şeyin üzerindeki toprağı kaldırır gibi çalışmalı, alt üst etmekten korkmamalıdır."
İnsan hatırlama ile unutmayı birbirinden ayrıştırmaktan yoksundur. Hafızanın düz çizgisel bir şekilde gelişmemesi, çatlaklar ve yırtıklarla dolu oluşu, hafızanın seçiciliği, kaypaklığı, sessizliklerle gömülü oluşu hatırlamanın güçlüğünü öne çıkarır. Hatırlama ne kadar güçse, unutma da o kadar kolaydır.
Kendi hayatını ve kendi çevresinin sosyal yaşamını yazmanın ilk ustası Marcel Proust’tur. Eserlerindeki konu yaşadığı dönemin Paris ve Normandiya bölgesindeki yaşam tarzıdır. 20. Yüzyıl'ın en etkili yazarlarından biri olarak kabul edilen Marcel Proust ile başlayan ve edebiyatın otobiyografiyle özdeş olduğu yaklaşımıyla başlayan görüşe göre hepimiz özde birer romancıyız ve hepimiz kendi hayatlarımızın öykücüsüyüz. Bu görüş halk dilinde "hayatım roman" sloganıyla popülerleşti.
Bu doğrultuda eserler veren Proust için "zaman" nice anın yan yana gelmesiyle oluşan bir kavram olarak ele alınır. Ona göre zaman, hatırlanmaya çalışılan geçmiş ve yaşanan şimdinin birlikteliğidir. Hatırlamak, geçmişin izini sürerek değişimi, şimdinin gerçeğinin izlemek, izleri bulup anlama, anlamlandırma arayışıdır. Bu anlamlandırma arayışı şimdiden ayrılmadan yapılan geçmişe dönüş yolculuğudur. Bu yönüyle Proust’un 1913-1927 yılları arasında yayımlanan yedi ciltlik "Kayıp Zamanın İzinde" eseri döngüsellik, değişim, sürekli akan ırmak gibi daima yenilenme, bireyin bilincine göre farklılık gösteren "zaman"ın eseridir. Zaman eşsiz devinimi ile insanı var eden bir yapıttır.
Zamanı ve onun devinimiyle insan varlığının değişimini, zaman felsefesinin edebiyat içindeki yerini vurgulayan Proust eserlerinde zaman dizgisini kaybeder sık sık ve bunu bir oyuna çevirir. Ve sık sık sapar konudan. Sanki varmak istemediği bir yer vardır ve o masum devinimlerle tozlu ara sokaklara dalarak okuru da bu ara yollara sürüklemekten çekinmez.
Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtında geçmişi belleğin istem dışı devinimiyle yeniden kurar ve bu yolla geçmişe sahip çıkmaya çalışır. Geçmişi diriltmenin, ona sığınmanın, onunla bütünleşmenin peşindedir. Bu tip duygulanımlardan düş ile gerçeğin karışmasına yol açabileceğinden dolayı huzursuz olmaz. Bunları iki ayrı dünya olarak görmez, aralarına kesin bir duvar yoktur. Kayıp zaman kavramı derin bir acı ve geniş boşluk içinde sunulur. Boşluğun veya kırılmanın aşılması için kayıp zamanı yeniden bulmak ve doldurmak arzusundadır.
1922 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Fransa’dan Annie Ernaux, 2023 de de Norveç’ten John Fosse aldı. Her iki yazar da kendi özgeçmişlerine bakmayı, kendi ailelerinin hayatlarını anlatmayı edebiyatlarının temel izleği olarak benimsemişler. İkisi de 20. Yüzyıl'ın ilk yarısında doğan ve şimdilerde yazmaya devam eden yazarlar. Annelerini babalarını ve büyüdükleri kenti ve ülkeyi anlatmayı seçmişler. Anılarını açık seçik bir söylemle sunuyor, en ufak bir perdelemeye, en küçük bir sakınmaya gerek duymuyorlar. Nobel Ödülü’nün son yıllarda bu benzer anlatılara verilmesi günümüzün edebiyat bakışında bir değişikliğe de işaret ediyor.
Annie Ernaux "Seneler "eserinde Anton Çehov’dan bir alıntıyla başlar: "Evet unutacağız. (…) Bize ciddi, önemli, hem de çok önemli görünen şeyler gün gelecek unutulacak ya da önemsiz görünecek. İşin ilginç yanı gelecekte neyi önemli ya da ve yüksek değerde, neyin zavallı ve gülünç sayılacağını bugünden hiç bilemeyişimiz."
Bruno Schulz, "Tarçın Dükkânları"nda çocuk gözüyle çocukluk düşlerini kucaklar, anılarda kalmış çocuk yaşantılarını kopuk kopuk yansıtır. Özlem dolu bir masal havası içinde, içli bir tonla hikâye eder. Bu anılarda anne ve babadan miras kalan anılardan, bir aile hikâyesinden, yaşanmış bir şehir hikâyesinden çok daha fazlası vardır. Çünkü bu anımsama ve belleğe dönüş, yazma yolculuğunda keyifli bir serüvene dönüşmüş olur.
Tolstoy sanatın asıl amacının insan ruhuna dair hakikatleri söylemek olduğunu, gündelik sözlerle söyleyemeyeceklerimiz bütün sırları dile getirdiğini söyler. Sanatçıyı kendi ruhunun sırlarına odaklandığı bir mikroskop olarak görür. Böylece insanlığın tümüne ait ortak sırlar açıklanmış olur. Ona göre edebiyat eserleri ayna vazifesi görürler. Bu yönüyle edebiyat bize insanlığın ne açılardan değiştiğini gösterir.
Bildiklerimiz, bilmediklerimiz, bilemeyeceklerimiz, anımsayamadıklarımız, yanlış anımsadıklarımız, eksik anımsadıklarımız, o günün, o anın tanığı olan diğer kişilerin anımsadıkları…tüm bunlar geçmişin hafızasını oluşturur. Dolayısıyla her anlatıcı birbirinin içinde dolanan karmaşık bir yumaktan kendi gözüyle geçmiş zamanı anlatır. Bu yüzden bir yazarın kendi dönemini ve kendi hayatını her ayrıntısıyla tastamam yazabilmesi neredeyse olanaksızdır. Virginia Woolf’un şu sözleri bu konuda yazar ile okuru birleştirir:
"Sanat, tümüyle otobiyografiktir. Roman yazarken yaptığımız da kabukları soymak. Ve çekirdeğe ulaşıyoruz: sen ya da ben."