Yüz ikinci yılında mübadele 2025-01-21 18:48:01
Yazar: Semra Yeşil
“Onlar sandalyelerinde, koltuklarında ya da divanlarında hiç arkalarına yaslanmadılar. Hep sandalyenin, koltuğun ya da divanın ucunda oturdular.”
Birkaç gün evvel ailesi Girit’ten İzmir’e göç ettirilmiş bir arkadaşımla konuşurken söylediği bir cümle beni o kadar etkiledi ki, yazıma bu cümlelerle başlamak istedim.
Sözünü ettiği kişiler anne, baba, büyükanne ve büyükbabasıydı...
Neden arkalarına yaslanmamışlardı?
Çünkü hep geldikleri yere geri döneceklerini düşündüler, umut ettiler. Dönmek için her an hazırdılar. “Hadi gidiyorsunuz” denildiğinde oturdukları yerlere sırtlarını dayamış, yerleşmiş olsalar kalkmaları zor olacaktı.
Yüzyıllarca atalarının yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalarak gelmişler ancak hiçbir zaman kendilerini buralara ait hissetmemişler, özlemle dönecekleri günü beklemişlerdi.
Bornova’da uzun yıllar kapalı bir toplum oldular, çünkü çoğu Türkçe bilmiyordu ve komşuları tarafından “Gavur bunlar” şeklinde hor görülüyorlardı.
Yine uzun yıllar evlilikler bile kendi aralarında oldu. Onlara göre buraya geçici olarak gelmişlerdi. Eğer çocuklarını buralardan birileri ile evlendirirlerse giderlerken bırakmak zorunda kalabilirlerdi. Çünkü ait oldukları topraklara hepsi birlikte geri döneceklerdi...
Küçücük sandıklara sığdırabildikleri eşyalarının arasına aile yadigarı reçelliklerini bile sıkıştırabildiler de kendileri geldikleri yere bir türlü sığamadılar...
***
Göç, insanlığın sıklıkla karşılaştığı toplumsal bir olay olsa da bunu basit bir mekân değiştirme olarak algılamak çok yanlıştır.
Göç, gönüllü de olsa zorunlu da olsa, adı mübadele de olsa serbest göç de olsa hem bireyleri hem de toplumları derinden etkileyen sosyolojik bir olgu...
Nedeni her ne olursa olsun, mekân değiştirmek bireysel olarak insanların ruh hallerinde önemli etkiler yarattığı gibi, toplumların psikolojisini de derinden etkiyen bir durum...
Göçün zorunlu olarak yapılması ise yaşanan/yaşanabilecek sosyal problemleri daha da artırmaktadır. Çünkü zorunlu göç, kısa zaman içerisinde ve yöneticilerin belirlediği kurallar çerçevesinde olmak zorundadır. Belli bir zaman içinde ve fikrine bile alışılmadan yapılan yer değişimleri hem gidilen hem de gelinen bölgeyi sosyal ve ekonomik olarak etkiler.
Gelelim "mübadele" konusuna...
Tarihi sürece kısaca bakacak olursak, Osmanlı Beyliği her ne kadar Anadolu’da kurulmuş olsa da öncelikle Batı’ya, yani Balkanlar’a doğru genişledi. Çünkü Balkanlar pek çok açıdan çok değerli bir bölgeydi. Bölgenin korunması ve güvenliğinin sağlanması bir nevi Osmanlı topraklarının korunması ve güvenliğinin sağlanması demekti...
Balkanlar, 1453 yılında İstanbul’un fethiyle İmparatorluğa dönüşen Osmanlı açısından, Avrupa’dan gelecek saldırılara karşı kalkan olma görevi üstlenerek çok daha önemli hale geldi.
Ardından bölgede başlatılan sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda gerçekleştirilen köklü bir kurumsallaşma birlikte Anadolu’dan Balkanlar’a doğru yoğun bir göç hareketi başlatıldı. Yüzyıllar süren kurumsallaşma ve göçler bölgedeki yaşamın değişimine ve dönüşümüne neden olurken, gelecek dönemlerin de mirasları oldu.
Ancak, 1600’lere kadar bölgede hâkim güç olan Osmanlı, yüzyılın sonlarına doğru yenilgiyle sonuçlanan savaşlar nedeniyle güç kaybetmeye başladı. Bu durum toprak kaybını da beraberinde getirdi. Her toprak kaybı sonrasında bu defa da Balkanlar’dan Anadolu’ya doğru tersine göç başladı.
İşte tam da o dönemlerde Fransız İhtilali’nin yaymış olduğu ulus, milliyetçilik, millî egemenlik, demokrasi, laiklik, adalet gibi kavramlar tüm Avrupa’ya yayılıyordu. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nda da elbette etkisini gösterecekti.
Avrupa’da imparatorluklar çökerken, güçlü devletlerin desteğini alan Balkan halkları da teker teker ayaklanmaya başladılar. Yunanistan’ın ise 1832’de bağımsızlığını elde eder etmez en büyük hedefi topraklarını genişletmek oldu. Doğal olarak bu durum Osmanlı’nın toprak kaybetmesine neden oldu.
Akabinde Osmanlı topraklarında yaşayan diğer halklar da bağımsızlık için savaştılar ve sırayla yeni etnik kimlik temeline dayalı ulus devletlerini kurdular.
1900’lerin başlarında gerçekleşen Balkan Savaşları sonrasında ise Osmanlı’nın yeni kurulan bu devletler karşısında uğradığı yenilgiler son derece ağır sonuçlar doğurdu.
Arka arkaya yaşanan toprak kayıpları Balkanlar’da yaklaşık 600 yıl süren Osmanlı egemenliği tamamen sona erdi.
Bu durum gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse daha sonra kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfus, kültür ve sosyal yapısı üzerinde etkileri çok büyük olacaktı. Yine bunların en önemlilerinden biri Balkanlar’dan Anadolu’ya Müslüman Türk göçüdür...
Sözünü ettiğimiz bu süreçte iki yönlü göç hareketi çok açık bir şekilde görünüyor. Ancak bu göçlerin en büyüğü ve tarih sahnesinde en çok hatırlananı, üzerinden yüz iki yıl, dört nesil geçmiş olsa da etkisi hâlâ taptaze olan bir göç hareketi var ki, biz buna kısaca "mübadele" diyoruz.
30 Ocak 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan Kenti’nde imzalanan Mübadele Sözleşmesi sonucu yaşanan göçler sözünü ettiğimiz göçlerin en önemlisi olmakla birlikte dünyadaki göç anlatıları arasında iki halkın zorunlu ve karşılıklı yer değiştirmesi anlamında günümüzde bile hâlâ eşi benzeri olmayan bir göç hareketi...
Türk ve Yunan hükümetlerinin temsilcileri tarafından imzalanan bu sözleşmeye göre, "Türkiye’de yaşayan Ortodoks Hristiyanlar Yunanistan'a, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar Türkiye'ye" eşzamanlı ve zorunlu olarak göç ettirileceklerdi...
Türkiye’de İstanbul, Gökçeada, Bozcaada’da yaşayan Hristiyan Rumlar ile Yunanistan’da Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türkler mübadele dışı tutuldu.
Bu kapsamda, günümüzden tam yüz iki yıl önce, yaklaşık iki milyon insan doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalarak, daha önceden hiç görmedikleri, tanımadıkları topraklarda yeni hayatlar kurmak için 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren yollara döküldüler.
Bu kişilerden bazıları zorlu yol şartlarına dayanamayarak gönderildikleri yeni topraklara ulaşamadan hayatlarını kaybettiler. Bazıları ise gelinen ya da gidilen yere uyum sağlamakta zorluk yaşadı. Geri dönmek istediler ama bu imkansızdı...
Çünkü bu göç zorunluydu. İsteseler de istemeseler de ayak uydurmak zorundaydılar.
Bazıları alıştı, belki de alışmış gibi davrandı.
Bazıları ise hiç alışamadan hayatlarını tamamladılar...
Mübadele, değiş-tokuş anlamına gelir ama yaşayanlar için acı, özlem, hasret demektir. Mübadil, ise mübadele edilmiş olandır ama esası özlem duyan, acı ve hasret çekendir...
Lozan’da mübadele edilecek kişilerin hangi kritere göre belirleneceği çok tartışılmış, en sonunda bir kişinin mübadeleye tabi olup olmayacağı konusundaki ölçüt dil ve/veya etnik kimlik değil, din olmuş, böyle olunca da Anadolu’da yaşayan Ortodoks Türkler ile Yunanistan’da yaşayan Müslüman Rumlar da yer değiştirmek zorunda kalmıştır.
***
Mübadeleden hemen sonra Yunanistan’da konuyla ilgili çalışmalar başladı, bir seri anlatı, roman ve kısa öykü yayımlandı.
Ayrıca mübadiller geride bıraktıkları memleketleri ve kültürlerini unutmamak için kültürlerini (müzik, dans, tiyatro ve edebiyat) yaşatacakları pek çok dernek kurdular.
Canlı tarih araştırmaları yaparak mübadillerin anılarını, kültürlerini canlı tutmayı amaçlayan çalışmalar yapan Küçük Asya Araştırmalar Merkezi bunların en önemlilerinden biridir.
Genel olarak mübadele Yunanistan’da edebiyata hemen yansımış ve uzun süre gündemde kalmış, son yıllarda azalmakta olsa da yazarların ilgisini çekmiş bir konu....
Konuya ilk başta el atan yazarlar yaşadıkları mübadeleyi anlattılar. Çünkü onlar olayın gerçek görgü şahidiydiler. Sonraki yazarlar ise mübadeleyi bire bir yaşamadıkları için daha soyut, masalımsı ve nostaljik bir anlatım kullandılar.
Bu romanlarda genellikle mübadele öncesi yaşam anlatılmaktaydı. Olayların geçtiği yerler daha çok Anadolu’ydu. Daha az oranda da mübadele sonrası Yunanistan’dı.
Yunan edebiyatında mübadele olayı genel olarak bir son olarak anlatılır. Olaylar hep Küçük Asya Felaketi adı verilen yenilgiyle ilişkilidir.
Bu alanda eser veren bazı yazarların isimlerini vermek gerekirse, Elias Venezis, Doukas, Mirivilis, daha sonra Kontoglou, Sotiriou, Nakou, Prevelakis, Theotokas, Kazantzakis, Loudemis... Bu yazarların birçoğu Türkiye’de doğmuştur. Örneğin Yunan edebiyatının en gözde romancılarından olan Venezis Ayvalık doğumludur ve romanlarında Ayvalık anlatılır.
Bunlar içinde her iki tarafta da büyük ilgi gören eser, Dido Sotiriou’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” mübadele denilince akla gelen ilk romanıdır. Romanın asıl adı “Matomena Homa”dır (Kanlı Topraklar). Gerçek bir olaydan hareket ederek yola çıkan Sotiriou romanında Türkiye’de Osmanlı tebaası iken, Birinci Dünya Savaşı’nda savaştan kaçan, Türk-Yunan Savaşı başladığında da Yunanistan Ordusu’nda gönüllü taburunda savaşan Şirinceli Manoli’nin dramatik öyküsü anlatılmaktadır. Roman 1970 yılında Atina’da yazılmıştır. 1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü’nü alan kitapta yazar Şirince’yi “Yeryüzünde bir cennet varsa, orası Şirince olmalı” sözleriyle tanımlıyor. Sadece bu cümle bile mübadeleyle topraklarını terk etmek zorunda kalan insanların hissettiklerini anlatmaya yeter.
Türkiye’de ise mübadele üzerine yapılmış araştırmalar oldukça geç başlamıştır. 1990’lara gelinceye kadar Türkiye’de konusu doğrudan mübadele olan hemen hemen hiçbir tarih araştırması yapılmış değildir. Dolayısıyla konuyla ilgili yazı yazacak kişilerin faydalanabilecekleri kaynaklar yok denecek kadar azdır.
Örneğin, 1940’lı yıllarda Mihri Belli’nin Missouri Üniversitesi'nde bir mastır tezi olarak hazırladığı çalışmadan neredeyse hiç kimsenin haberi olmamıştır. Mübadelenin ekonomik ve toplumsal yönü üzerinden hareket ederek analiz yapana çalışma ancak 2000’li yıllarda gün ışığına çıkmıştır.
Kemal Arı’nın 1988 yılında hazırladığı “1923 Türk-Rum Mübadele Anlaşması Sonrasında İzmir’de Göçmenler” adlı yüksek lisans tezi ile 1993’te tamamladığı “1923 Türk-Rum Mübadele Anlaşması Sonrasında Türkiye’de Göçmenler” adlı çalışmalar Türkiye’de mübadeleye akademik düzeyde eğilen ilk çalışmalar olurlar.
Daha sonra Tarih ve Toplum Dergisi gibi yayın organlarında konu ele alınmaya başlanır. 1997 yılında Tarih Vakfı konuyla ilgili bir sergi düzenler.
Bu arada artık mübadiller karşılıklı olarak gidip gelmeye başlamıştır. Mübadillerin ziyaretleri gözlenir, anlattıkları kaleme alınmaya başlanır, Yunanca yayınlanmış eserlerden yapılan çeviriler yayınlanır, sözlü tarih çalışmaları konusunda önemli adımlar atılır.
Konunun edebiyatımıza yansıtılması daha da uzun bir zaman almıştır. Bu konuda hemen hemen tam bir sessizlik vardır. 1960’lara kadar bir iki romanda bir iki cümleden fazla bir şey dikkati çekmez. 1960’tan sonra bazı yazarların konuya dolaylı da olsa değindiklerini görülür. Ancak mübadeleyi temel konu olarak ele alan herhangi eser 1980’lere kadar hâlâ yoktur. 1980’den hatta 1990’dan sonra bir hareketlenme olur. (Bu arada Yunanistan’da ise konu artık eski önemini yitirmektedir.)
Edebiyat ve özellikle roman alanında büyük atılım 1990’lardan sonra görülür. Mario Levi’nin 1990’da “Madam Floridis Dönmeyebilir”, 1992’de “En Güzel Aşk Hikâyemiz” İstanbul Rumlarının göçünü anlatırken, Mehmet Eroğlu 1994’de “Yürek Sürgünü” romanında Sakız’a eski dostları görmeye giden Türkler’den yine özlemli bir dille söz eder.
Mübadeleyi romanlaştıran en önemli Türk yazarı Yaşar Kemal’dir. Yazarın “Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesi, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, “Karıncanın Su İçtiği”, “Tanyeri Horozları” ve “Çıplak Deniz Çıplak Ada” adlı eserlerden oluşur. Bu dörtleme, mübadele dönemi sonrası Karınca Adası’na yerleşen göçmenlerin hikâyelerini içerir. Mübadeleden önce Rumlar ve Türkler arasındaki iyi ilişkiler anlatılırken, mübadelenin yol açtığı travmalar, yeni bir hayata uyum sağlama süreçleri ve umut dolu yeni başlangıç çabaları ustalıkla kaleme alınır.
Özellikle "Karıncanın Su İçtiği" kitabıyla mübadillerin adaya yerleşimi, yerel halkla ilişkiler ve yaşam mücadeleleri detaylı bir şekilde anlatılır. Yaşar Kemal’in bu kitap serisi, mübadillerin umutlarını, özlemlerini ve direnişlerini ele alırken, Anadolu’nun kültürel zenginliğini de ortaya koyar. Ayrıca, mübadele edebiyatında ilklerden olmasının yanı sıra bir dönemin sosyal ve kültürel detaylarını okuyucuya aktarır.
Ahmet Yorulmaz’ın 1997-2003 yılları arasında yazdığı, “Savaşın Çocukları”, “Kuşaklar”, “Girit’ten Cunda’ya” üçlemesi ise Girit kökenli bir ailenin Türkiye’ye göç hikayesinden yola çıkar. Giritli mübadil bir aileden gelen Yorulmaz, adadaki Müslümanlar’ın mübadele öncesi yaşamını, mübadeleye yol açan olayları, mübadele döneminin zorluklarını, kültürel ve toplumsal değişimleri ve mübadillerin yeni yerleştikleri bölgelerdeki yaşantılarını anlatır.
Kemal Yalçın’ın ilk olarak 1998 yılında yayımlanmış ve uzun süre hafızalarda kalmış “Emanet Çeyiz” kitabı ise bu alanda yayımlanmış en önemli eserlerden biridir. Denizli'nin Honaz Köyü'nde yaşayan bir Rum ailenin, mübadele nedeniyle Yunanistan’a giderken kızlarının Müslüman komşularına bıraktıkları çeyizinin, yaklaşık seksen yıl sonra aileye geri veriliş hikâyesidir.
Kemal Yalçın, dedesine emanet edilen çeyizi teslim etmek üzere Minoğlu ailesinin izini sürerken, tanıştığı Rum ve Türk mübadilin yaşam hikâyelerini ve duygularını kendi ağızlarından aktarır bizlere... Kitap pek çok ödüle layık görüldüğü gibi Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından 2023 yılında Yılın Roman Ödülü’nü almıştır.
Kitabın arka kapağındaki Ayancıklı Baba Yorgo’nun, “Bak şu bahçenin güzelliğine. Şu şeftaliye, şu eriğe, şu armuda, şu çiçeklere bak. Hepsi birlikte güzel... Bir ülkenin içinde ne kadar din, dil, ırk varsa o kadar zenginliktir bu... Budur sana, Sinoplulara, Ayancıklılara ve Türklere son sözüm: Tek meyveyle bahçe olmaz...” sözleri ise bana göre bu süreci en güzel şekilde anlatan sözlerdir...
Bunlar dışında yine Mübadele Edebiyatının en güzel örneklerinden Kemal Anadol’un “Büyük Ayrılık” adlı romanı ise Kurtuluş Savaşı öncesinde Foça, Ayvalık ve Midilli’de yaşanan ve her iki halkın da hafızalarında derin izler bırakan olayları anlatıyor.
Değerli hocam Feyza Hepçilingirler’in 2023 yılında yayımlanan “Zesto Psomi” (Sıcak Ekmek) romanı kaderleri bir anda değişen insanların hikâyesi. Adı ister Yorgo olsun ister Yusuf ister Eleni olsun ister Emine, kuşaklar boyu vatan diye bildikleri topraklarından koparılan insanların dramı.
Kimisi kurulu sofrasında bir lokma yiyemeden yola koyuldu, kimisi yeni vatanına gidiş yolunda canını verdi, kimisi sağ salim vardığı yeni topraklarda memleket özlemiyle yaşadı. Aradan yüz yıl geçti, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenler, Türkiye’den Yunanistan’a gidenler acılarını ve hikâyelerini daima akıllarında tuttular...
Sevgili Handan Gökçek’in “Ah Mana Mu” (Ah Anneciğim) kitabı ise yine mübadele edebiyatındaki çok değerli eserlerden biri... Sözünü ettiğim bu eserler dışında günümüzde pek çok eserden daha söz etmek mümkün.
Örnek olarak, Yılmaz Karakoyunlu’nun “Mor Kaftanlı Selanik” kitabı, Sergun Ağar’ın “Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı” ve “Geldiklerinde Çirkince’ydi Şimdi Şirince” kitapları, Saba Altınsay’ın “Kritimu” (Giritim Benim) kitabı, Dr. Herkül Millas’ın “Yeniden Kurulan Yaşamlar” kitabı, Firdevs Tunçay’ın “Kalbim Rumeli’de Kaldı”, “Kalbim Anadolu’da Kaldı” ve “Hasretin İki Yakasından Mübadele Öyküleri” kitapları, Yasemin Özek’in “İki Gözüm Despina” kitabı verilebilir.
Bu arada 2001 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı’nın resmi olarak kurulması ile bu alandaki çalışmaların daha sistemli bir şekilde yürütülmeye başlandığını söylemeden geçmeyelim. Vakfın yayını olan, belge ve tanıklıklara dayanan bir diğer çalışma ise "Mübadiller: Onlar İki Kere Yabancıydılar" kitabı ise ikinci ve üçüncü nesil mübadillerin aktardığı aile hikâyelerinden ve fotoğraflardan oluşuyor.
Bir de sizlere mübadele alanındaki kaynak kitaplara katkıda bulunduğumuz başka bir kitaptan söz etmek isterim.
Arkadaşım Kadri Dallı ile birlikte 2022 - 2023 yılları arasında Efes Selçuk Belediyesi Kent Belleği bünyesinde “Yüzüncü Yılına Yaklaşırken Her Yönüyle Mübadele” başlıklı bir seri toplantı düzenledik. Bu toplantılara mübadele ile ilgili çalışmaları olan çok değerli yazar ve akademisyenleri davet ettik. Toplantılar sonrasında da yine Efes Selçuk Belediyesi’nin destekleri ile “Yüzüncü Yılında Her Yönüyle Mübadele – Sandıklara Sığdırılan Hayatlar” adıyla tüm katılımcılarımızın yazılarını içeren bir kitap çıkardık. Kitap, Efes Selçuk Belediyesi’nden ücretsiz olarak temin edinilebiliyor. Umarım bu kitabın da alana katkısı olmuştur...
Mübadele son yıllarda sinemaya da aktarıldı. Bu konuda çekilen en bilinen filmlerden biri Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları”dır...
Yazar Necati Cumalı ise “Makedonya 1900” kitabında yer alan “Babam” hikâyesinde doksan üç yaşındaki babasının Florina’dan ayrılırken yaşadığı trajediyi anlatır.
Mübadele şiirde nadiren karşılık bulmuştur. Çağdaş Türk şairlerinden Süreyya Berfe ünlü Yunan şairi Yorgo Seferis’e ve onun şahsında zorunlu göçe maruz kalmış tüm insanlara “Yorgo Seferis’e İskele Işıkları” başlıklı uzun bir şiir ithaf ederek mübadele temasını işlemiştir.
Ben ise son yıllarda bu alanda çalışmalar yaptığım için, içinde mübadele geçen her cümleyi okurum. Sözlerimi bitirmeden önce, Büyük Mübadele Derneği Başkanı’nın bir mesajındaki çok beğendiğim şu cümleyi sizlerle paylaşmak isterim.
“Unutmamak bazen mutluluktur, her başka bir umutla aydınlanır gökyüzü...”
Günümüzde bu alanda yapılan çalışmaların ana amacı yüzyılımızın en büyük göç hareketi olan mübadelenin insan hayatlarında yarattığı etkilerin gündeme getirilmesi yoluyla farkındalığın artırılmasıdır.
Dileğimiz, bir daha böyle bir insanlık travmasının tek bir kez daha bile yaşanmamasıdır...