Her aile bir hikâye anlatıcısı ister… 2025-01-10 00:10:57
Yazar: Raşel Rakella Asal
Yaşım ilerledikçe her şey, her gün biraz daha dün oluyor ve ben yaşadığım günleri bir sis perdesinin gerisinden hatırlamaya çalışır buluyorum kendimi. Unutulmuş adların, simaların, burnuma geliveren kokuların, kulağıma geliveren tınıların öykülerini eksiksiz hatırlayabiliyor muyum? Yüzlerini kaybettiğim, isimlerini, kim olduklarını unuttuğum ama belleğimden bana göz kırpan, anımsamayı umduğum öyle çok imge, insan, olay var ki!
Romancı ve tiyatro yazarı Adalet Ağaoğlu bu konuda şöyle yorumda bulunuyor:
“İnsan içinde yuvarlanıp gittiği nice şeyin gerçek anlamını, onları yaşarken kavrayamaz. Pek çok olay, ilişki, gözlem bütün bunların getirdiği içsel yaşantı zenginliği, çoğu kez bilince neden sonra çıkar, orada yeni bir anlam kazanır.”
Bir sürü arkadaşım, çok sayıda dostum diyebileceğim insan var hayatımda. Hepsi ayrı ayrı kıymetli gözümde ama aile, ama aile olmak bambaşka bir şey. Tüm aileler güzeldir ama bence bizim ailemiz dünyanın en güzel ailesidir. Bu cümleyi kurmuş olmam bile başlı başına bir değer taşıyor benim gözümde. Birbirimize duyduğumuz saygı, özen, destek öyle çok ki…Onlarla geçirilen her an mutluluğum oluyor. Değer vermenin, sevilmenin en güzel hali oluyor.
Aile olmak bana ne ifade ediyor? Benim içim ailemle beraber olmak dünyanın en enfes keyfidir. Kuşak farklılıklarına rağmen birbirimize empati ile yaklaştığımız, saygının, güvenin temel unsur olduğu, aramızdaki bağın sadece kan bağı ile sınırlı kalmadığı ve sevgiye dayandığı bir ortamı paylaşmaktır. Aile ile birlikte olmak hep birlikte doyasıya gülmektir, küçük bir zaman dilimine sonsuz mutluluk sığdırmaktır. “Biliyor musun, ben hâlâ unutmadım” diye söz alıp o geçmişte yaşanmış bir anı hatırlamaktır. Bu kadar farklı insanların bir arada olmaktan keyif aldığı bir ortamdır. Dünyanın en güzel hissidir, kısaca paylaşmaktır.
Tüm bu tanımları yaparken annemin ailesinden söz ediyorum. Annem Saban ailesinin on birinci çocuğu olarak 1928’de Tire’de doğmuş. Dedemin ilk eşi yedinci çocuğunu dünyaya getirdikten birkaç gün sonra vefat etmiş. Annesiz kalan çocuklara bakmak için çocukların teyzesi Recina ile anneanne Bayındır’dan Tire’ye gelmişler. Recina ablasının çocuklarını bağrına basmış, kendini onlara adamış. Beş sene sonra anneanne, damadının artık evlenme zamanının geldiğini, beş sene ölen eşinin matemini taşıdığını, artık ona evlenmesi gerektiğini söylemiş.
Ve dedemi 1919’da baldızı Recina ile evlendirmiş. Dedem 1883 doğumluymuş. Recina ile aralarında neredeyse 25 yaş fark varmış. İşte bu evlilikten doğan dördüncü ve son çocuk da annem olmuş. Annemin ailesi hakkında ifadesi şöyle:
“Herhalde çok arzu edilen bir çocuk değildim. Düşünün ki ben doğduğumda babamın benden 8-10 yaş daha büyük torunları vardı.”
Sözün kısası annem on bir kardeşli bir ailede doğmuş. Haliyle bu on bir kardeşli aile, evliliklerle gelen damatlar, gelinler ve doğumlarla daha da genişlemiş. Öyle ki, bize sorulan sorulardan biri “Moiz Dayı’nın çocuklarını say” veya “kim kimin oğlu veya kızıdır?” olurdu. Büyükler biz çocuklara bu soruları sorduklarında adeta bizi imtihana çekmiş olurlardı. Kesin olan bir şey vardı ki, hiçbirimiz bu soruları tam olarak yanıtlayamazdık. İşte ben, böyle kocaman bir ailenin yani on birinci çocuğunun kızıyım.
Benim çocukluğumuzda televizyon henüz evlerde hakimiyetini kurmamıştı. Aile arası toplanılır, çocuk çoluk hep birlikte vakit geçirilirdi. O güne kadar bizi yetiştiren, dertlerimizle dertlenen, aile büyüklerimize bir iade-i vefa zamanlarından biriydi. Aile büyüklerimiz günlük hayatta kırgınlıklar, küsmeler olmuşsa da işler ciddiye bindiğinde tek parça olabilmenin önemini kavramış olgunlukta insanlardı. Bu toplantılarda eski anılardan dem vurulur, sevgiler iç içe geçer, yakınlaşmalar sürüp giderdi. Derken oltanın ucuna bir anı takılır, laf lafı açar, konu derinleşir, herkes kendi hatırladığı kadarıyla olaya bir ayrıntıyı ilave ederdi.
Hayatınıza girmiş bazı kimseler vefat etseler de değerlerini hep korumuşlardır. Teyzem Beki de benim için, bizim aile için hep anılan bir kişi oldu. Onun yaşam öyküsü bizim ailenin yaşam öyküsüyle bütünleşti, tanık olduğu veya eşlik ettiği olaylar geçmişe karıştıysa da o bizim ailenin favorisine dönüştü. Onunla yaşanan her an mutluluk anlarımızdan biriydi.
Beki Teyze ailemizin yapı taşlarından hatta bir bakıma ailemizin tam da kendisiydi. Onun bize bıraktığı anılar aramızdaki bağı sağlayan yaşantılar zincirinin en önemli halkalarındandı. Kahkahalarımızın toplamıydı. Onunla yaşadığımız anlar, nefes aldığımız, ferahladığımız, kendimizi dalgaya aldığımız, bir rahatlama alanıydı. Zorlamasız ve dış kontrolden uzak, ailemizin hakiki varlığına yakın olduğumuz saatlerdi.
Teyzem iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Olayları masal şeklinde bir araya getirir, anlattığı hikâye yediden yetmişe hepimizin hoşuna giden bir eğlenceye dönüşürdü. Onunla yaşanmış anlar geçmiş gitmiş zamanın gizleriyle doluydu. Beki Teyze hikâyesini anlattıkça dilin esnekliğinden, tonlamadan ve ritim gibi olanaklarla hikâyesine canlılık, bir yaşanmışlık katmaya çalışırdı.
Bu hikâyelerde ailenin her ferdi rahatlıkla kendinden bir parça bulurdu. Teyzem hikâyesini anlattıkça bizlerin tepkilerine bakar, anlattıkça kendini keşfeder, anlattıkça onlarca yıllık deneyimlerinin birikimini yakalardı. Anlatmak bir bakıma ailesi ile hayatı paylaşmaktı. Bu aile toplantıları aile yaşamının ta kendisiydi.
Teyzem öyküsünü anlattıkça, ne çok gülerdik. Kahkahalarla. Bizi bir çeşit ele geçirirdi, çocuksu bir rahatlık, uçarı, saf bir sevinç, ipek bir yumuşaklık kaplardı içimizi. Her şey gözümüzde hoş görünürdü. Bu anılar hiç eskimedi, hep yenilendi belleğimizde, ikide bir anımsandı, her anımsayışta yeni bir kimliğe büründü, yeni öğeler, yeni katkılarla zenginleşti, unutulmalara karşı direndi, koruma altına alındı.
Teyzemin mizah duygusu gelişmişti, yaşanmış bir olayı öyle güzel anlatırdı ki, bir daha, bir daha, defalarca anlatmasını isterdiniz. Çünkü herkesi kahkahaya boğar, anlatırken ciddi tavrından ödün vermezdi. Teyzemin bulunduğu ortamda biz çocuklar herkesten önce onun dibindeki yerimizi alır, bir an önce bize anlatacaklarını dinlemeyi dört gözle beklerdik. Büyüklerden birinin onu kışkırtması gerekirdi. Muhakkak o hafta garip bir olay olmuştu. Teyzem kimseyi kırmaz, aynı olayı birkaç kez üst üste anlattığı olursa da herkesi kahkahaya boğardı. Bazen anlattığında hiç değişiklik yapmaz, daha önce söylediklerini nerdeyse sözcüğü sözcüğüne yineler, hikâyede bir değişiklik yapacak olsa, büyüklerden biri atılır, kendisini uyarırdı.
Tüm bu yaşanmışlıkların bağlayıcı ilkesi tekrarında gizliydi. Böylece olayların sonsuza dek kaybolması önlenmiş oluyordu. Farkında olmadan aile içinde sonsuz bir bilgi aktarımı bir duvar kâğıdı motifi gibi tekrarlanmış oluyordu. Bu yüzden hiç kimse teyzemin katıldığı toplantıları kaçırmayı istemezdi.
Anlatılan olaylar yaşanmış, zaman geçmiş, düne dönüşmüş olsa da aile fertleri “dünü” yok olmaktan kurtarmak ve hatırlayarak yaşanan o olayı yaşatmak istiyorlar, geçmişi hatırlayarak yeniden kuruyorlardı. Bir anlamda aile belleğimiz koruma altına alınmış oluyordu.
O günler neşe içinde, kahkaha ile geçti. Aile büyüklerimizden bu mirası biz çocuklar devir aldık. Çocukluğumuzla beraber o günler geride kalsa bile, kuzenlerimizle bir aile toplantısında olduğumuzda o günleri yâd ederiz. Şimdilerde teyzemin hikâye anlatma yeteneğini alan kızı Tilda üstleniyor.
Annesinden aldığı öyküleme yeteneği ve mizah duygusu ile bizlere neşeli dakikalar yaşatmaya devam ediyor. Annesinden emanet aldığı bu öyküleri bizlere aktarıyor. İşin ilginç yanı teyzemin torunu Seren de annesinden duyduklarını o da aynı teyzemin mizah yeteneğini bizlere sergilemiş oluyor. Böylece bir şölendir gidiyor. Farkında olmadan ailemizin kollektif belleği inşa edilmiş oluyor. Teyzem, teyzemin kızı Tilda ve teyzemin torunu Seren sayesinde anılarımız saklanmış, nesiler arasında aktarılmış oluyor. Aile toplandığında veya uzaktan bir akraba geldiğinde, fotoğraf albümlerini saklı oldukları kutulardan çıkarır gibi bu anılar bir bir ortaya saçılıyor.
Bu durumu ünlü Fransız felsefeci Halbwachs şöyle açıklıyor:
Bellek her zaman bireye aittir ama bu bellek toplumsal olarak belirlenir. En kişisel anılar bile sadece sosyal grupların iletişimi üzerinden oluşur.
Bizler de Halbwachs’ın belirttiği gibi aile fertlerimizden duyduklarımızı, bizlere gülünç olarak vurguladıklarını ve yansıttıklarını bugünlerde hatırlamakla ailemizden aldığımız bir mirası farkında olmadan yaşatmış oluyoruz. Belki de bu olayları nesilden nesile aktarmakla aile olarak anılarımızı sağlamlaştırmak, aynı zamanda aile kimliğimizin bir sembolü ve hatıralarının dayanak noktası olarak bu anıları korumayı garanti altına almış oluyoruz. Beraber olduğumuz zamanlar anlatılanlar arasında sıçramalar olur ya da tereddütle bir iki isimden söz edilir. Bu anılar bizim aileye özgüdür ve bizim aile geçmişimizle bağlantılıdır, zamanla oluşmuşlardır. Ve bizler de bu belleği korumaya çalışıyor, ölen büyüklerimizi anarak ortak bir aile belleği yaratmış oluyoruz. Ağızdan ağıza, nesilden nesile aktarılan bu miras bir çok insan hikayesi ile harmanlanıyor. Dolayısıyla hem şimdide hem de gelecekte yaşanılması sağlanmış oluyor.
Herkes yaşlanacağını, kişisel ömrünün kısaldığını, bir daha geçmişe dönülemeyeceğini bilir. Zaman geri döndürülemez ve yaşam sınırlı bir zaman dilimidir yorumu Beki Teyze için geçerli değil. O hâlâ anılıyor. Ruhu şad olsun.