İcap eden hazırlığı yaparak Denizli’ye gittim, yine hapishaneye atıldım. İki gün sonra beş yüz arkadaşımla künyelerimiz okunarak sevke hazırlandık. Bu zamanlarda banknota itibar edilmediği için gümüş ve altın para tedariki bir hayli müşkül oldu. Fakat babam bu işi de halledip bir miktar gümüş ve altın para tedarik etti. İçi boş olan dokuma bez içersine koyup belime sardım.
1916 yılının Nisan ayında İstasyonda tekrar künyelerimiz okunmak suretiyle vagonlara balık istifi yerleştirildik, kapılar üzerimiz kilitlendi. Uğurlama çok kalabalık oldu. Ağlayan, bağıran, çağıranların gürültüsü arasında tren düdüğü çaldı. Bağırma çağırmalar daha kuvvetli ve şiddetli hal almakla beraber trenin de uzun uzun sinyal vermesi, vagonlardan rengarenk mendillerin sallanması manzarası içerisinde istasyondan ayrıldık…
Birinci Harb-i Umumi bütün şiddetiyle devam ediyor. Nereye, hangi cepheye gidiyorduk? Dönmek nasip olacak mı, yoksa evlerimizden ve ailelerimizden bir daha görmemek üzere mi ayrılmıştık? Herkes bu düşüncelerle meşgul. Nihayet trenimiz ertesi gün öğleye doğru İzmir Kemer İstasyonu’nda durdu. İstasyon yakınında etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir binaya, o zamanın usulü yine hapis edildik.
Askerliğin tabii icaplarından olmasına rağmen burada ilk karşılaştığımız manzara bizleri korkutmadı değil. Binanın zemini büyük taşlarla döşeli, biz bu taşlar üzerinde yatacaktık. O gece yattık. Sabahleyin verilen karavana keza aynı tesiri yapmaktan geri kalmadı. Büyük karavana içinde soyulmadan doğranmış patatesler adeta kanatlı gibi dolaşıyor. Bunu bir çoklarımız yemedik, çantalarımızda bulunan kumanyalardan yedik.
Burada da herkes nereye gideceğini birbirine soruyor. “İzmir’de kalacakmışız”, “Çanakkale’ye gidecekmişiz” gibi bir çok havadisler çıkarılıyordu… Akşam üzeri bir düdük sesi hepimizi düşüncelerimizden ayırdı. Sıra olduk, ikişerli kol halinde yürüdük. Basmahane İstasyonu’nda kara vagonlara yerleştik. Bu hal artık fikrimizi işgal etmekte olan “Nereye?” sualinin cevabını vermiş oldu. İstikamet Bandırma yolu ile Çanakkale idi…
Akşam vapur hareket etti, gece üst kattan ambara düşmek suretiyle bir arkadaşımızı kaybettik. Ertesi günü birinci Harb-i Umumi’nin en kanlı cephesi olan Çanakkale’nin Akbaş İskelesi’ne vasıl olduk. Vapurdan indikten sonra istirahat emri verildi. Artık etrafımızda muhafız nöbetçi falan yok…

Yolun sağ tarafında Mustafa, sol tarafında ben yürüyorum. Mustafa benden biraz daha ileride. Bir de ne göreyim, yolun içinde pide şeklinde sacda yapılmış bir ekmek, ama güneşten o kadar kurumuş ki yeme imkanı yok. Ne de çok sevindim. Mustafa’yı çağırdım, “Ekmek buldum” dedim, inanmadı, “Benimle alay ediyorsun” dedi. İki taş bulup ekmeği ufalayıp yemek üzere yolda yürürken yine bir ekmek, biraz daha ileride tekrar, bir daha derken 5-6 ekmek bulduk. Artık keyfimiz yerinde biraz olsun yiyebildik. Ekmekleri Mustafa’nın çantasına doldurup yürüdük, Sarayönü İstasyonu’na kadar bu ekmeklerle idare ettik…

Akşam olmak üzere, ayağımdaki fotinin yüzü yanıp parçalanmış, yalnız köselesi kalmış. Açlık susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk adım atacak halimiz yok. Şimdi ne yapacaktık, nereye gidecektik, dağda, ormanda kalmak çok tehlikeli.
Afyon’un Saadet Köyü’nde bulunan bölüğe iltihak ettik. Tabur efradının yarıdan fazlası Denizlili, hatta kendi köylülerim de var. Annem, babam, kardeşim hakkında onlardan izahat aldım. Çünkü onlardan ayrılalı 6 yıl olmuştu. Küçük bıraktığım 1316 tevellütlü kardeşim asker olarak 6. Fırka’nın hücum taburunda imiş. Buradan babama Afyon’a gelmesi için bir mektup yazdım. Gelmiş, fakat ben geldiğimin 15. günü hastalanarak Konya’ya hastaneye gitmiş olduğumdan maalesef görüşemedik…
Çamlıtepe’de ayaklarımın altının fena halde acımakta olduğunu hissettim. Kibrit ışığı ile baktım ki ayağımdaki yemenilerin altı hiç kalmamış. Bir gün evvel bölüğe verilmiş olan bir sığır derisinden neferlerin yapmış olduğu çarığı yemenilerin üzerine çektim, fakat bir türlü durduramadım. Yemenileri çıkararak çıplak ayakla giydim yine ayağımda durmadı. Altı olmayan yemenilerimle yürüyüşe devama mecbur kaldım…
Birinci manga onbaşısı; “Manavgatlı Hasan’ın göğsü acıyormuş” dedi. Takım karanlıkta ayakta, kendisine sordum “Biraz acıyor” dedi. Göğsünü açtırdım, gösterdiği yere elimi sürdüm, parmağıma yapışıklık geldi. “Hasan galiba düşmüşsün, göğsüne bir şey dokunmuş” dedim. Çantasını çıkartarak arkasını açtığımdan biraz daha fazla kanamış olduğunu gördüm. Dikkatlice baktığımda bir mermi sağ memesi üzerinden girmiş, arkasından çıkmış. Bizim Hasan’ın haberi yok, ancak burada toplandığımızda acısını hissetmiş…
Düşmanın attığı bir aydınlatma fişenginin ışığından istifade ederek vaziyeti görebilmek ümidi ile diz çökmüştüm ki önümde bir patlama oldu. Karanlık içerisinde gözlerimin daha da karadığını hissettim, bayılmışım. O vaziyette ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Uykudan uyanır gibi uyandım, derhal kendimi toplamak istedim. Sol ayağımın sanki sonradan takılmış gibi hissiz, irademe tabi olmadığını anladım. Elimle yokladım kan bulaşığı var, ayağa kalkmak istedim, kalkamadım…
***

19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.