Edebiyat bir okul ise Demirtaş Ceyhun, bu okula Adana’da Orhan Kemal ile girip İstanbul’da Attilâ İlhan ile devam eden, ’80’den itibaren Türk kimliğini, aydınını araştırmak için romanı, öyküyü bırakan bir yazar. “Amerikan ideolojisi” dediği postmodernizme karşı “edebiyatını geri istiyor”. “2. Abdülhamid’i bir yıksın” yine romanla, hikâyeyle çıkacak okurunun karşısına.

“Dedem Çanakkale şehidi. Babam öksüz ve yetim bir çocuk. Köyden Adana’ya getirmişler, Mahalle Mektebine vermişler. 1918-1919’da askere almışlar. Okuma-yazma bildiği için jandarma kumandanı olmuş. Cumhuriyet kurulur kurulmaz da devlet memuru yapmışlar. Babam 1926-1927’lerden itibaren Türkiye’de çıkan bütün dergileri, Akbaba ve Yenigün’leri saklamış. Cumhuriyet’in Hayat Ansiklopedisi’ni ciltletmiş. Çocukluğum hep o dergileri karıştırmakla geçti.”
Ceyhun’un asıl etkilendiği kişi de yine babasının çok saygı duyduğu biri olmuş: Adana’da Ahali Fırkası’nı kuran avukat, aydın ve yazar Abdülkadir Kemali Bey’in oğlu Orhan Kemal. “Babam Abdülkadir Kemali Bey’e hayrandı. Yazarlar onun gözünde erişilmez yaratıklardı. Hep duyardık, Abdülkadir Kemali Bey’in oğlu kitap yazmış, diye. Bir gün Orhan Kemal’in ‘Baba Evi’ni gördüm, aldım. O benim için bir kıvılcım olmuştur. Erişmem gereken hedef, Orhan Kemal gibi olmaktı.”

Tutuklanmak için kuyrukta bekleyenler
İstanbul’a mimarlık okumaya gitmiş Ceyhun. Yıl, 1953. Demokrat Parti’nin tüm sosyal ve siyasal düzeni tepe taklak ettiği yıllar. Okula girdiğinde 29 olan öğrenci sayısı ertesi yıl Menderes’in, “Mimara ihtiyacımız var” demesiyle 90’a çıkmış. Halbuki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi olsaymış…
“Mustafa Kemal’in 1924’te başlattığı eğitim reformu ve 1933’teki üniversite reformu, üst düzeyde eğitim verilmesini sağlamıştı. Reformun temelini matematik oluşturmuş. Üniversitede okuduğum yıllar, eğitimin erozyona uğramaya başladığı dönemler. Öğrenci sayısını Menderes mi artırdı, yoksa bu, eğitim sistemini erozyona uğratmak için Soğuk Savaşın bir silahı mıydı? Bence Soğuk Savaşın bir silahıydı.”

“1954-1955’lerde Attilâ İlhan ile tanıştım. Ferit Edgü, Demir Özlü, Fikret Hakan, Ahmet Oktay, Hilmi Yavuz… Onun rahlesinde tedris ederdik. Paris’ten yeni gelmişti. DP’nin o azgın dönemi… Dışarıdan doğru düzgün yayın gelmiyor, içeride de yayın yasak. Okuyacak kitap bulmak mümkün değilken Attilâ İlhan, Baylan Pastanesi’nde bize Avrupa’dan getirdiklerini anlatırdı. Toplumcu gerçekçilik, sosyalizm nedir, Batı’da neler oluyor gibi…”
Her ne kadar Ceyhun’un araştırma kitapları, roman ve hikayeleriyle eşzamanlı ortaya çıkmaya başlasa da kitaplarındaki asıl dönüşümü, 12 Eylül 1980’de Türkiye Yazarlar Sendikası İkinci Başkanı iken tutuklanınca yaşamış:
“12 Eylül’de bir tankçı kışlasında tutukluydum. 12 Eylül’ü yapan subaylar, DİSK’e bağlı sendikaların yönetim, denetim ve onur kurulu üyelerini topladılar. Ama bir farkına varmışlar ki asıl tehlike işyeri temsilcilerinde. 13 ya da 14 Eylül’de de bir genelge yayınladılar; ‘DİSK’e bağlı sendikaların işyeri temsilcileri en yakın askeri birliklere teslim olsunlar.’ İnsanlar tutuklanmak için kilometrelerce kuyrukta bekledi. Onları yanımıza getirdiler. Birisi Antalya’da film festivalinde jüri üyesiymiş. Ertesi gün festival yapılacak. Sofrayı kurmuşlar, rakı içerlerken haberi duymuşlar. O da Film-Sen’in işyeri temsilcisiymiş. İstanbul’da teslim olmaya karar vermiş. Hemen özel uçakla yer ayırtmış, İstanbul’a gelmiş, kuyruğa girmiş, tutuklanmış. Ben bunu görünce inanamadım. Sınıf bilinci olan bir kitle, darbenin kendisine yapacaklarını tahmin ederek kaçar, saklanır. Kuyruğa girip teslim olmaz. Dedim ki ‘Bu, göçebe davranışı. Biz kimiz?’ O nedenle ’80’den bu yana işimi gücümü bıraktım; bu soruya cevap arıyorum. Bütün tarihimiz boyunca gördüğüm bir tek insan var: Mustafa Kemal.”
“Postmodernizm Amerika’nın ideolojisi”

“19’uncu Yüzyıla girerken, o zamana kadar getirdiğimiz şiiri inkar etmişiz. Tanzimat’la yeni bir Batı şiiri taklidi yapmaya başlamışlar. Şiirimiz 1930’lardan sonra yeniden başlamış, inanılmaz bir Türk nesri gelişmiş. Şimdi postmodern edebiyat var. Modern edebiyat ile postmodern edebiyatın temel farkı, birinin edebiyat olması. Bir edebiyat eseri yeniden okuma ihtiyacı yaratmıyor ise ona edebiyat eseri denilir mi? Özellikle şiiri yok ettiler, Türk edebiyatında. Bir şiirini ezbere okuyamayan şairler var. Edebiyatçılarımız postmodernizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyor. Benim bütün kavgam bu.”
Demirtaş Ceyhun, edebiyatın kendisinin politika olduğunu söylerken, edebiyat ile politikanın beraber olup olmayacağı kavgasını postmodernizmin ürettiğini belirtiyor. “Temelinde mistisizmi getirmek var” dediği postmodernizmin temelini Amerika’daki Yahudi yazarlar olarak gösteren Ceyhun, bunun Amerika’nın ideolojisi olduğu görüşünde:

Tiyatro yönetmeni Işıl Kasapoğlu, Ceyhun’dan tarihi bir oyun yazmasını istemiş. Çünkü Ceyhun’a göre tarihimizi bilmiyoruz:
“Tarihimizi hep Hanefi tarihçiler, cami uleması yazmış, kendi çıkarlarına göre. 4. Murat 20 yaşında anasını hapsediyor ve ulemanın kellesini uçuruyor. Çünkü yıllarca anasının yaptıklarını görüyor. Diyor ki ‘Yeniçeri Ocağı’na Müslüman çocukları almayacaksınız.’ Bizim tarihçiler ona demediğini bırakmıyor. 28 yaşında da öldürüyorlar. Turan Oflazoğlu’nun 4. Murat oyunu var. Tahammül edemedim, çıktım.”
1982’de çıkan “Cadı Fırtınası”, Demirtaş Ceyhun’un son romanı. “Daha gencim, öykü, roman yazacağım” diyor ama; “Osmanlı’nın en zengin adamı, 100 binin üzerinde gayrımenkulü bulunuyor. Hâlâ onunla ilgili ciddi şeyler bilinmiyor” dediği 2. Abdülhamid’i “yıkmadan” kurgu eserlere yeniden döneceğe benzemiyor.
Bilinmeyen bir Abdülhamid hikâyesi

Piriştina İzmirlilik bilincini ayakta tuttu
Demirtaş Ceyhun, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) yöneticiliği yaptığı 1970’lerin sonunda İzmir’e sık gelirmiş. İzmir Fuarı’ndaki TYS pavyonunda çalışırken, bu standa yardım eden Ahmet Piriştina ile tanışmış. Sıkı dostu olan Piriştina’nın evinde çok kalmış. Memleketini “Adana kitap okumaz, gazete okumaz. Kendi yazarlarına da sahip çıkmaz. Kitaplarımın en az sattığı yer de Adana. 1970’lere kadar aşiret geleneği bozulmamıştır. İslami kültür de söz konusu değildir. Daha çok Orta Asya’dan gelen göçebe kültürü egemendi. Sözlü kültür vardı” diye tanımlarken, İzmir’in başka bir şehir olduğunu, biraz da Piriştina üzerinden anlatıyor:
“İzmir’e geldiğimde ayrı bir şehre gelmiş oluyorum. 1950’den sonra göçebe kültür, İstanbul’un kültürel geleneklerini yok etti. İzmir’de de Anadolu’dan gelenler var ama bunu göremeyiz. Piriştina Tansaş Genel Müdürü iken bir öneri götürmüştüm. Dört elle sarılmıştı ama gerçekleştiremedi: ‘Göç, kültürlerimizi eziyor. Belediye kreş yapsın ve İzmir’de doğan çocukları İzmirli olarak yetiştirsin.’ Aşiret ilişkisini derneklerde yaşatıyorlar. Ahmet, İzmirliydi. İstanbul’a geldiği zaman hemen İzmir’e dönmek isterdi. İzmir dışında hiçbir yerde rahat etmezdi. İzmirlilik bilincini, kent kültürü bilincini ayakta tuttu.”
Fotoğraflar: Emin Mengüarslan
* Bu yazı, İzmir Life Dergisi’nin Haziran 2006 sayısında yayımlanmıştır.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.