Güle güle paşam…

Yüksek Askeri Şura kararlarından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yeni komuta dönemi başladı sayılır. Resmi “devir teslim” törenlerinden sonra da Türk Ordusu, yine o özündeki onur ve şanı yaşatmaya devam edecek kuşkusuz.
Anketlerin her türlüsünde tartışmasız “güvenirliliğini” haklı olarak sürdüren şanlı ordumuz, güncel yaşamda da, Türkiye’nin her noktasında pek çok “sivil” yöneticiye “örnek” yaklaşımlarıyla, yurttaşın yüreğinde hak ettiği tahtta hep oturacaktır kuşkusuz.
Ama yine de 30 Ağustos’larda emekli olan askerlerin yüreğinde gurur dolu burukluk, o askerleri tanıyan sivillerde de duygusallık oluşuyor işte. Şu aralar ben de “öyle sivillerdenim”. Sizin gazete sayfalarında, TV ekranlarında “sıkça” gördüklerinizden değildi Vahit Paşa. Öyle “her konuda” konuşma gereği “hissedenlerden” de değildi. Hatta çoğunuzun şimdi “Vahit Paşa da kim?” diye soracağınıza eminim.
Vahit Paşa bir tuğgeneral. Ama siz bu satırları okuduğunuz anlarda, “sancağını” değerli başka bir paşaya “teslim” etmeye hazırlanan bir Tuğgeneral. 57. Topçu Tugayı Komutanı. Bornova’da, topçuların şanını, tugayın şanıyla yaşatan, özellikle de çocuklara olan büyük ilgisini her fırsatta gösteren, Türk ulusuna bağlılığını, Atatürk ilke ve devrimlerine olan büyük bağlılığını yaşam biçimi haline getirmekle kalmayıp, bunu her an yansıtan bir güzel paşa. Düşündüklerini söylemek için “emekli” olmayı da beklemeyen bir Türk askeri üstelik.
Bundan bir iki yıl önce Menemen’de, şehit öğretmen Kubilay’ı anma töreninde yaptığı konuşmayla, soyadına nasıl da yakıştığını da kanıtlamıştı. Vahit Paşa’nın soyadı Kubilay çünkü. Tuğgeneral Ali Vahit Kubilay.
Tıpkı Hurşit Tolon gibi Vahit Paşa da, Türk askerinin tüm sıcaklığını yaşattı çevresine. Tarihi askeri binaları sivillerin dikkatine açtı. Tugay içindeki etkinliklerle askeri personelin aileleriyle hep başı dik, alnı açık ve “bilinçli” olması için uğraştı. Milletin O’na emanet ettiği evlatlarına kendi evladı gibi yaklaştı. Hele tugayı ziyarete gelen çocuk öğrencilere, o aydınlık yüzlü personeliyle gösterdiği büyük ilgi hep muhteşem oldu. Sıkılmadan, saatine bakmadan küçük öğrencilere “ülkenin geleceği olduklarını” hissettirdi. Yani “sivillerin” çoğu zaman yapamadığını o, omzundaki kutsal yıldızların hakkını vere vere yerine getirdi.
Ve şimdi “emekli” oluyor. Arasında hiç uçurum yaratmadığı “sivillerin” arasına dönüyor.
Başı dik, alnı açık, sıcak yaklaşımlı, ciddi bakışlı aslan yürekli Vahit Paşa üniformasını çıkarıyor. Eminin yerine gelecek paşa da, en az Vahit paşa gibi olacaktır. Çünkü Türk Askeri’ni dünyada “farklı” kılan da budur asırlardır.
Sağlıkla ve bir yıldız gibi yaşasın bundan sonra Ali Vahit Kubilay Paşa’mız.
Sahi şimdi ben ona nasıl hitap edeceğim?
Ne olursa olsun o benim hep “Paşam” kalacak!

Bir Atatürk fıkrası

Fıkra bu ya, Türkiye’nin tüm “devletlûları” önemli bir konu için bir araya gelmişler. Kürsüden biri inip diğeri çıkıyor, uzun uzun hararetli tartışmalar yaşanıyormuş. Bir ara toplantının yapıldığı salonun kapısı açılmış. Kapıda Mustafa Kemal Atatürk. Salondakileri buz kesmiş. Herkes susmuş, konuşmadan Gazi Paşa’ya bakıyormuş. Gazi Paşa eliyle “devam edin” işareti yapmış ve kendisine gösterilen yere oturmuş. Ardından da toplantı aynı hararetle yeniden başlamış. Toplantı bittiğinde, “devletlûlar” bir de bakmışlar ki Ata yerinde yok. Ama oturduğu koltukta bir kâğıt. Kâğıtta da aynen şu cümleler: “Toplantıyı izledim, konuşmaları dikkatle dinledim. Ve yeniden Samsun’a çıkmaya karar verdim!”

Bu fıkrayı sürekli anlatıyorum. Çünkü burada okuyacaklarınızla bu fıkrayı üst üste koyduğunuzda, fena halde örtüşüyor. Türkiye’de işlerin iyi gittiğini söyleyenler ya utanmadan yalan söylüyor ya da sadece bir avuç “efendinin” yaşamlarına bakıp yanılıyor.

Ah benim sevgili öğretmenim

Başka bir konu vardı yazacak aslında. Ama önceki gün Konak’ta Emekli Sandığı önünden geçerken beni durduran, bir çırpıda elindeki kâğıtları gösteren adını bilmediğim aydınlık yüzlü emekli öğretmeni görünce bir kez daha aklım karıştı, yüreğim daraldı.
Neden bu ülkenin emeklileri bir türlü mutlu ve huzurlu yaşayamazlar?
Kime ne etti emekliler ki, başlarına yaşlılıklarında bunlar geliyor?
El âlemin çalışanı, işçisi memuru emekli olunca dünya turuna çıkarken, benim emeklim adeta yaşamdan koparılıyor.
Okuyun da işkencenin beterini öğrenin. Ben aklımı toparlayamadım ki araştırayım.
Bu öğretmenimiz hastalanmış. Emekli Sandığı’na bağlı olduğundan almış sağlık karnesini Ege Üniversitesi Hastanesi’ne gitmiş. Muayenede doktor, emekli öğretmenimizden iki adet film istemiş.
İşte burada o tükürdüğüm mevzuat ve bürokrasi çöreklenmeye başlamış emekli öğretmenimize. Yatılı hasta olmayanlara iki film birden çekilmiyormuş hastanede. Eğer çektirmek zorunluysa parasını alıyorlarmış biçare emekliden. Bizim öğretmen de tutmuş 90 küsur YTL vermiş filmleri çektirmiş. Hastaneden aldığı ücret belgesiyle de Emekli Sandığı’na gelmiş.
Ve son darbe. Emekli öğretmenimize yine o kahrolası mevzuat gereği ödeme, mödeme yapılmamış!
Hastane kendi çapında haklı!
Emekli Sandığı da kendi çapında haklı.
Peki, ömrünü yurdun her yerinde çocuk eğiten, vatana, millete ve devlete çalışkan yurttaşlar yetiştiren öğretmenin hakkı yok mu?
Milleti, devleti soyan kansızların bile utanmadan tatil yapabildikleri bu ülkede bir emekli öğretmeni, ömrünün sonuna doğru üzmenin cezası yok mudur? Hani İslam’ın hükümleri? Hani “inanmış” hükümet? Yalan mı hepsi? Bir emekli için 100 YTL’nin ne anlama geldiğini bilmeyen devlet yöneticisi olur mu milattan sonra 2006 yılında yahu?
Benim gördüğüm sadece bir örnek.
“Birileri” bu ülkeye çok kötü şakalar yapıyor sanki. Sanki kötü bir rüya görüyoruz da uyanacağız.
Bu arada milletvekilleriyle üst düzey askerlerin çocukları 25 yaşına kadar “devlet güvencesi” altına girmiş.
Biz ise, üniversite diplomalı çocuklarımıza iş için “hamili kart” arayıp duralım.
Kim “asıl” kim “vekil” belli değil ki?

60 yaş kartları

Aziz Abi’nin geçtiğimiz sabah EGE TV’de “60 yaş kartları” ile yaptığı “şok” açıklamalar ortalığı birbirine kattı. Kattı katmasına ama işin garip tarafı neyin ne olduğunun tam olarak açıklanmaması da ayrı bir tartışma konusu. Artık iyice “halktan” uzaklaştırılmaya başlanan başkana, bu acayip “öneriyi” kim yaptı, kim “mantıklıymış” gibi sundu gibi soruları bu kez sormayacağım. Sormayacağım gibi, her geçen gün “gerçek kamuoyu görüşünü” öğrenmemekte direnen Belediye bürokrasisinin nereye varmak istediğini, başkanı nereye götürdüklerini ve bir yıl sonra yapılacak genel seçimlerde CHP’nin “ne üzerine” propaganda yapacağını da bilmiyorum.
Yalakalık yapmaya niyetim yok. Ama düşüncelerim de artık çok karışık ve netleşmesi için mücadele veriyorum. Merak ettiğim şu: Başkan Kocaoğlu yaşlıların 60 yaş kartının kullanımına kısıtlama getirmek mi istiyor yoksa arada başa bir şey var da medya onu yansıtmıyor mu?
60 Yaş kartları zaten önceki dönemin ürünü. Bence kötü bir çalışma da değil. Uygulama da artık oturdu, kullananlar alıştı. Baştan beri dikkat ettiğim de hep şu oldu. Bu kartı kullananlar çoğunlukla hastane, banka gibi zorunlu gidişleri sabah erken saatlerde yapıyorlar. Evlatlar bile ziyaret edilecekse genellikle sabah saatleri yola çıkış saatleri oluyor. Dönüşler de yine genellikle akşama doğru olabiliyor. Benimkisi kişisel bir gözlem. Ne ankete ne de “bilimsel” araştırmaya dayanıyor. Ancak “duyduklarım” doğruysa Başkan Kocaoğlu’nun bu “acayip ve itici öneriye” sıcak bakmasının nedeni “yaptırılan” bir araştırmaymış.
Tamam, o zaman. Ben o araştırmayı görmek istiyorum. Çünkü ya ben “uzaylıyım” ya da belediyede umduğumun üzerinde “uzaylı bürokrat ve danışman” istihdam ediliyor.
Hep savunuyorum, önceki gün de yazdım. Ecnebiler emekli olunca “rahata erer” bizim gariplerse, yaşamlarının “en huzurlu olması” gereken süreçte, eşi benzeri olmayan işkenceler çekiyor.
Hükümetler emeklileri sevmiyor, bunu hastanelere bakıp anlayabiliyoruz.
Kabul etmek istemiyorum ama bu olay doğruysa ve uygulamaya da geçerse İzmir Belediyesi de emeklileri sevmiyor. Sanki belediye bürokratları ve başkan emekli olmayacak. Ya da belediye, emekli olacak personeline otomobil hediye edecek.
Oysa gerçekten sıkıntı doğuyorsa bu uygulama kökten kaldırılmalıydı. Öyle kısıtlamalar ancak Aziz ağabeyle İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin “karizmasını çizer”.
Ya 60 yaş kartını tümden kaldırılması, ya da bu karardan vazgeçilmesi gerekir. Ama daha önemlisi “ne olacaksa” derhal, zaman geçirilmeden kamuoyuna bildirilmesi zorunludur.

Mani Bey “merak” edin Allah aşkına!

Şu kanalet onarım tantanasına fena bozuluyorum. Kafayı da zaten fena taktım. Kiminle konuşsam, kime sorsam hep aynı isim çıkıyor karşıma: Hasan Fehmi Mani!
Aslında İzmir’in “şanslı” gazetecilerindenim. Ne zaman “istesem” ulaşabiliyorum. Lakin şimdilerde “inadım” tuttu, aramıyor; gördüğümü yazıyorum. Oysa bunca söz ve yazıdan sonra Muhterem Mani’nin “konuşması” ya da vereceği talimatla “konuşması gerekenlerin” yanıt vermesi gerekirdi.
Belki kendisinin haberi yok ama “iş verdiği” firmalar bu “onarım” bahanesiyle savrukluğun ve israfın ne korkuncunu yaşatıyorlar İzmir’e. Halbuki Mani Bey biraz merak etse, biraz “kurcalasa” o değer verdiğini bildiğim ulusal duygularını yaşama da geçirmiş olur.
Alın size son bomba. Alsancak Pasaport’a sinir bozucu bir kanalet onarımı yapılıyordu. “Yapılıyordu” diyorum çünkü son dört beş gündür bu çalışma iyice yavaşladı, yok oldu.
Ama işin acayip tarafı, bir de “rivayet” var ki evlere şenlik. Rivayete göre çalışmakta olan işçilere bir telefon gelir. Telefondan sonra iş “derhal” bırakılır ve kepçe dâhil tüm alet edevat çalışma alanında bırakılır. Bu telefon geldiği sırada, kanaletlerin kalıpları için beton hazırlanmaktadır. Bu iş için çimento, kum ve su bir araya gelmiştir. Telefon sonrası ise, sıkı durun şimdi, işçiler alandan ayrılmadan ne kadar moloz ve kırık asfalt varsa bu karılan çimento içine atılır.
Siz böyle bir şey duydunuz mu Allahaşkına?
Belediyenin parası İzmirlinin parası değil mi?
Harcamalarında bu kadar titiz olan Aziz Abi’nin acaba bu rezillikten haber var mı?
Hatta bu rezillikten Mani Bey’in veya İzbeton Genel Müdür İsmet Efendi’nin bilgisi var mı?
İşte kanalet onarımı için yapılan bir savrukluk örneği size. Nasıl yorumlarsanız yorumlayın. Ama ne olur sessiz kalmayın. Size bir kanalet haberim daha olacak ama şimdi değil. Fotoğraflar geldi, bilgi bekliyorum.
Ama yine de anlayamadığım şey, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin akıl almaz suskunluğu ve içine gömüldüğü “halkla çelişkilerden” kurtulmak istemeyişi. Yazık vallahi de yazık, billahi de yazık!

Dikkat! AYKOME aranıyor!

Elbette inanırım “her nimetin bir külfeti vardır” sözüne. Ama nimetin külfeti keyfiyete, plansızlığa, halka saygısızlığa hatta yurttaşları “keriz” yerine koymaya bağlıysa karşı çıkarım. Zira o zaman nimetin külfeti işkenceye dönüşür.
İzmir’de aylardır doğalgaz, su, kanalizasyon, Telekom, mobese, jeotermal, elektrik, kanalet onarımı gibi bir yığın çalışma yapılıyor. Özellikle Bornova’daysa bu çalışmalar adeta “halka aptal muamelesi” yapılışını kanıtlıyor. Ve tüm çalışmaların altından benim artık AYBOME (altyapı bozma merkezi) sizin ise AYKOME (altyapı koordine merkezi) diye bildiğiniz “şey” çıkıyor. AYKOME’ci muhteremleri, eğer uzaylı değillerse, görenlerin ve bilenlerin insaniyet namına bana bildirmelerini hassaten rica ediyorum. Çünkü “edecek” bir çift lafım olacak!

Oysa ne güzel işler var!

Geçen hafta sonu “davete icabet gerek” deyip Mordoğan’a gittik. Bir tane Mordoğan’ı bin tane Çeşme’ye değişmem. Çeşme’den pek hoşlanmadığımı bilen bilir. Sanki İzmir’in tüm kaynaklarını Çeşme yiyormuş gibi bir yargı oluştu bende. Biraz “önyargı da” olabilir hani. Neyse Mordoğan’dan yazılacak çok konu var, yazacağım ama orada Büyükşehir Belediyesi Eşrefpaşa Hastanesi’nin çalışmalarını duydum da, pek bir mutlu oldum. Hep “ayrı” tuttuğum hanımefendi bürokrat Genel Sekreter Yardımcısı Serpil Güngör ile Eşrefpaşa Hastanesi Başhekimi Hülya Güven’den övgüyle bahsedilmesi “helal olsun” sözünü söylemeyi bize zorunlu kılıyor. Hastane köy köy dolaşıp Sağlık Bakanlığı’ndan daha özenle taramalar yapmış, yurttaşların paraları olmadığı için hastanelerden kovulduğu, “paran yoksa öl” yaklaşımlarının yaşandığı bugünlerde Başkan Kocaoğlu’nun sıcak ilgisi, Serpil ve Hülya Hanımların gerçekçi yaklaşımları ile hastane personelinin güler yüzlü davranışları ne güzel yankı bulmuş oralarda. Üstelik yataklı tedaviye muhtaç ve yoksul yurttaşları adeta kurtarmış.
Biliyorum ve duyuyorum ki İzmir Büyükşehir Belediyesi sosyal anlamda önemli çalışmalar yapıyor. Ama şu “tanıtım” ve “genel yaklaşım” zafiyeti bize de yukarıdaki yazıyı da yazdırıyor. Sorun nedir “tahmin” ediyorum lakin yazmak istemiyorum. Ankara ve İstanbul Belediyeleri’nin halkla ilişkiler ve tanıtım alanlarındaki başarısı ortadayken, Başkan Kocaoğlu’nun “şovdan hoşlanmayışının” bilgilendirmeyle karıştırılmasının anlamı yoktur. Bu anlamsızlıkta aklıma gelen bir yorum var ki yazarken çok da rahat değilim. Ama her geçen gün bu yoruma “iman” edesim geliyor.
Yazayım mı?
Peki. Umarım yanılıyorumdur ama ya Başkan “tanıtımın” ne olduğunu bilmiyor ya da “içeriden birileri” Başkan Kocaoğlu’nu “itina” ile istismar ediyor!

Kalkınma Ajansı mı?

İş “komediye” dönmek üzere. Kalkınma ajansının “kâğıt üzerindeki” mesajları bir yana, önümüzdeki günlerde seçilecek Genel Sekreter’in “kim” olacağı da tartışma yaratacak. Sanki bu ajans sadece “bir yere aitmiş” gibi; sanki İzmirlileri bilgilendirmek gereksizmiş gibi gazete sayfalarında çocuklar gibi pastalı törenlerin “neye işaret” olduğu konusunda kaygılıyım. Tipik bir “İzmir oldubittisiyle” karşılaşmamak için, değer verdiğimiz sayın üyelerin “soyutu” bırakıp İzmir’in “somutlarıyla” ilgilenmeleri, genel sekreter konusunda ne düşündüklerini “top yekûn tüm basına” açıklamaları daha gerçekçi olmaz mı? Alnında “aptal” yazmayan bir gazeteci olarak unutulmasın ki İzmir, İzmir’de yaşayan tüm İzmirlilerindir. Bilmem anlatabildim mi?



Kalkınma Ajansı ile ilgili şu ana kadar “ayağı yere basan” bir açıklama öğrenmedim. Hep söylenen, amaçlanan, hayali kurulan İzmir’in kartvizitine şimdi de “Kalkınma Ajansı” yazıldı sanki. Bildiğimiz, tanıdığımız değerli insanların “bir araya” getirilip oluşturulan bir de Kalkınma Meclisi. Hatta başında da “tescilli meclis başkanı” Necip Kalkan!
Ama bu ajansla ilgili daha önemli bir konunun tartışılması gerekiyor. İzmir’in kaderini “İzmir’de yaşayan İzmirlilerin” çizmesi, sekiz ay Konak’tan 4 ay da Çeşme’den “oturarak” nutuk atanlar yerine; İzmir’in kitabını yazacak ve mümkünse romantik olmayan, yabancı dil bilen ama Türkçe konuşan; herkese “aynı mesafede” olan, paradan puldan ve de ekonomiden anlayan, halka tepeden bakmayan genç bir İzmirlinin Genel Sekreter olması gerekir bence. Doğal Başkan Vali Köksal ile Doğal Başkan Yardımcısı Aziz Kocaoğlu’nun, “angajmanları” elden kaçırmadan buna dikkat etmeleri gerekiyor. Çünkü Kalkınma Ajansı tüm İzmir’indir. Bu konuda “ilgili” ve adı bende saklı “önemli” bir İzmirlinin gönderdiği e-postayı da bilginize sunayım. Konuyla “bazılarının” değil “hepimizin” ilgilenmesi dileğini de ekleyim. Bakın ne yazmış okurumuz: “İzmir’in makûs talihini değiştirecek, kentimizin ekonomik ve sosyal kalkınmasına öncülük edecek Kalkınma kurulu, geçtiğimiz cuma günü Yönetim Kurul üyelerini seçerek çalışmalarına başlamış oldu. Önümüzdeki günlerde de, Kalkınma ajansının Genel Sekreteri tespit edilerek görevine başlayacaktır. Ajansın işlevine bakıldığında, Yönetim Kurulu kadar önemli Genel Sekreterlik makamında görev yapacak kişinin önemi dikkat çekicidir. 5449 sayılı kanunda belirtilen özellikler dışında, Genel Sekreterin; İzmir’li olması, yani İzmir’i iyi tanıyor olması dışında, Dünyayı tanıyan, öngörülü, vizyon sahibi, bu zor görevi layıkıyla yerine getirecek genç dinamik bir kişi olmasını arzulamamız gerekir diye düşünüyorum. Ajans Yönetim Kurulunun, İzmir için en iyiyi tespit edeceğine güvenmek istiyorum.”

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın