O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer”
Edip Cansever
Acaba yaşadığımız yere benzediğimiz için mi bu kadar kafası karışık, gürültülü, kural tanımaz, başkasının hakkını ihlal etmekte bir sakınca görmez oluşumuz?
Kimi sürücüler, trafik ışıkları olmayan yaya geçitlerini, geçitten saymıyor. Hatırı sayılır bir yaya kitlesi, ışıkları ya da alt geçitleri önemsemeden yola atlıyor. Bu nedenle kent içi trafik kazaları artıyor. Eğri büğrü, yamuk yumuk yollar deşildikçe ya da çöktükçe belediyeler yeni yamalar yapıyor; yollara hep yeni kamburlar ekleniyor. Kaldırımların her bölümü, önünde uzandığı dükkanın istediği şekli alıyor ve belediyeler buna ses çıkarmıyor. Bazı kaldırımlara çıkmak, ancak zenci bacağı gerektirirken, belediyelerden yine bir düzenleme gelmiyor. (İnsanın sorası geliyor; malzemenin, işçinin ve de mühendisin kalitelisini kullanmak, halka daha ucuza mal olmaz mı, diye…)
Hani gelişmiş ülkelerde şehir merkezleri önce yayalarındır; araçların girip giremeyeceği yerler bellidir ya… Bizim şehrimiz baştan aşağı, geçmişten geleceğe, yukarıdan aşağıya ve de soldan sağa araçlar için tasarlanmış, kurgulanmış.
Caddeler, sokaklar bu kadar karmaşa içindeyken şehirle olan ilişkimiz sekteye uğruyor. İnsan kaldırımlarında rahatça yürüyemediği, caddelerinden güvenle geçemediği bir şehre nasıl “benim” desin? Eğer fiziksel koşullar elveriyorsa- yürümenin kendisi başlı başına bir keyif iken İzmir merkezinde yürümek, sadece gidilecek yere ulaşmak için bir an önce bitirilmesi gereken aşama oluyor.
Ama insanlık hali bu; yürümek istiyor! (Ya da bazı durumlarda, öyle gerekiyor. Vapur iskelesine, otobüs durağına ya da bir randevuya, yani yakın yerlere ulaşmak için yürümek gerekiyor.) Söz misal, kışın yağmurlu ya da soğuk günlerden sonra misafirliğe gelen güneşle kucaklaşmak… Ya da yazın ayakta şıpıdık terlikler, elde dondurmalar, ağır aksak yürüyesi geliyor insanın. Hem de yaşadığınız ya da çalıştığınız semtte, sokaklar, caddeler arasında, vitrinler civarında gezinerek… İnsan, ayağını bastığı yeri zihnine kazımak, o şehirle bütünleşmek, kendine ait yeni mekanlar bulmak istiyor. (Ki bir kente ancak, onu tanırsanız sahip çıkabilirsiniz.)
O zaman, şehrin yayalara ayrılmış, özel bölümlerine gideceksiniz. Kemeraltı ya da Karşıyaka çarşılarına ve artık her ilçede üçer-beşer kurulan “sevgi yollarına”… Yolunuz arabalarla kesilmeden yürüyebileceğiniz “vahalara” yani! Tabii orada sizin yürümenize ne kadar izin verilmişse o kadarına razı olarak… Kemeraltı, birbirine dolaşarak çoğalan sokakları ve koruma altında oluşuyla, rahatça yürümenize olanak sağlıyor.
Peki ya, şehrin ikinci büyük çarşısı, körfezin diğer yakasında, tarih boyunca zarafetiyle ve güzelliğiyle anılmış Karşıyaka… Şayet karşı kıyıda yaşıyor, tren istasyonu ile vapur iskelesi arasındaki yolu her gün en az iki kez kat etmek zorunda kalıyorsanız ve dahi çarşıda sabah saatlerinde alışverişe çıkmışsanız, işiniz zor. Yayalar için düzenlenen Kemalpaşa Caddesi’ni, saat 10.00’a kadar, mal taşıyan her türlü kamyona ve diğer ticari araçların üstünlüğüne terk etmek zorundasınız. Yolun iki yanına sıkışmış kalabalık arasında kendinize yol bulmaya çalışırken, gideceğiniz yere geç kalma stresi biner sırtınıza. Bu arada gözünüz ne nazlı Karşıyaka’yı görür, ne de o kentle bütünleşirsiniz. Bir çarşı niçin vardır ve bu kaos nasıl önlenmelidir, sorusunu yol boyunca sorarsınız kendinize. Kendi kendinizle uzun tartışmalara girer ve Kemeraltı’nı özlersiniz.
Zamanınız daralınca bu tartışmayı sürdürmek ve çözüm önermek için kendinize söz verirsiniz.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.