Ne Yani, Canımı mı Alacaklar?

Dikkat ediyorum da, ülkemin ve şehrimin gündemini hep “kendilerinin” oluşturduğunu sanan sözde asilzadeler, yine o sahte kükreyişlerini sergiliyorlar.
Bunlar kimdir diye sormayın. Aklı başında olan İzmirliler, bunları zaten biliyor. Hayatlarında bir yaralı parmağa bile yara bandı yapıştırmayan bu “tipler”, bakıyorum da halkımın arasından geldiği için tamamen insanca duygularla sevdiğim; ama şimdilerde sevgimle birlikte uzaktan üzülerek izlediğim Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu da etkilemeye başlamışlar.
Bu tiplerin ortak özeliği bukalemunlukları. Gazeteci olmadıkları halde “gazeteciymiş” gibi hava basmaları.
Ama ne yazık ki bunlar hep “gözde”…
Ama ne yazık ki bunlar hep “kazanan”…
Ama ne yazık ki bunların tamamı kan emici. Ve dedikodu ama bir ortak yanları daha var ki, bu güne kadar hiç düşünmediğim, ciddiye almadığım, ilgilenmediğim bir ortaklık: Masonik ilişkiler!

Nesiniz siz beyler?

Evet, bu soruyu bilerek, hissederek soruyorum. İzmir’de bunca sosyal yara varken ve bu yaralar her geçen gün derinleşirken; ve bu yaralar ciddi ciddi kangrenleşirken İzmir’in gündeymiş gibi öne çıkarılan konuların kimlere hayrı vardır acaba?
İzmir hızla dağılırken, okullarında adeta terör havası eserken, hastanelerinde mikroplar dolaşırken, sokaklarında organize serseriler av planları kurarken, koskoca limanında kaza geçiren bir işçiye gece bile ulaşılamazken, üniversitelerinde “rektörlük” davetiyle öğrencilere polis dayağı atılırken, esnafın siftah derdi büyürken gazeteleri ve televizyonları ne yapıyor acaba? Tekstil agalarının eylem blöflerine mi yer veriliyor daha çok yoksa Kemeraltı’nın çığlığına mı?
Haydi millet iş işten geçmiş bir kere. Ve bu işin düğmesine basılmasının üzerinden bugün itibariyle (21 Şubat 2006) tam 67 yıl 3 ay 11 gün oldu. Hesap edin bakalım, “düğmenin basıldığı” tarih kaçtı?
Eğer bir gün başta İzmir olmak üzere tüm Türkiye, 11 Kasım 1938’de başlayan süreci ve 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ile Lozan’ın sırrına ererse, işte o zaman Türkiye’nin Filistin’le ilgilenme hakkı doğar! Tabii ki, İzmir’e de yeniden “Cumhuriyet’in şanlı kenti” sıfatı yakışır!
Türkiye’ye kimler tarafından verildiği belli rol, artık devlet millet bağını koparma noktasına geldi. Umursamaz, ihmalci, bireyci, rantiyeci kuşakların yetişmesinin neye yaradığını merak edenler, ellerine birer polis bülteni al ve incele. Okulların halini artık başarı cetvellerinden değil, asayiş bültenlerinden izliyoruz ne yazık ki. Mesela şu yazı yazılırken gelen son olayı yazayım size. İzmir’de yine bir ilköğretim okulu serseri saldırısına uğradı. İki eli bıçaklı ve yüzlerce sabıkası olduğu halde serbest serseri, güvenlik görevlisi ile öğretmen bıçakladı. Yine inanmayan varsa Konak Kaymakamı Sevgili Ali Muhsin Nakiboğlu’nu arasın.
Kendini fasulye gibi nimetten sayan kağıt kaplanlar, tek güçleri olan parayı kentin hayrına kullanacaklarına, egoistçe ve de nalıncı keseri misali sallıyorlar.
İşin vahim tarafı ise, mikrofon görünce ayran budalası aslan kesilenlerin, kendilerini ciddi ciddi “bir şey” sanmaları!

Batasıca Medya

Şimdi biliyorum ki, bazı meslektaşlarım ve başka şahıslar “bu nasıl söz” diye tepki gösterecekler. Ama bu benim düşüncem ve katılma zorunluluğu da yok. Üstelik yazdıklarıma kızacak olanlara da beleş tarafından birer buz kalıbı öneririm. Sanırım oturunca “kızgınlıkları” kaybolur. Ancak kim ne derse desin Türk medyasının 12 Eylül 1980 sonrası girdiği yolun “basın yolu” olmadığı düşüncesinden vazgeçmem.
Türk Basını “medya” olmayı kabul ettiği gün, ne yazık ki “basın” olmaktan da vaz geçti. Vazgeçtiği anda da yozlaşma başladı. Hem de her türlü. Bugün ne yazık ki tüm toplumsal yanlışların, krizlerin, ahlak çöküntüsünün, sosyal çöküntünün önemli bir nedeni oldu basının medya olması. İşte size Kent-Yaşam yazarlarından Agah Agamemnon namıyla maruf esrarengiz (gerçekten kim olduğunu bilmiyor ve merak ediyorum) kişinin satırları: Lütfen yazının tamamını da, Agah efendinin kendi sayfasından okuyunuz!
“Geçmiş zaman olur ki, haberler “ajans” olur! Bizim yaşımızdakiler bilir; haberleri kulağımız radyoda ‘ajans’tan dinlemek pek bir keyifliydi. Yemekler yendikten sonra elinde kitap ya da gazeteyle dinlenmeye koyulmuş bizler veya büyüklerimiz; dünyadaki savaşları, ünlü isimlerin özel hayatlarıyla ilgili malumatları, hükümetlerin aldığı kararları hep ajanstan alırdı. Ne güzel ajansımız vardı. Pazar günkü Cumhuriyet’te “Anadolu Ajansı Haberciliği Unuttu” haberini okuyunca, bunları düşündüm. Neydi Anadolu Ajansı’nın “haber değeri vermediği” bazı açıklamalar bakalım: TBMM Başkanı Arınç’ın “Şeyini şey ettiğimin şeyi”, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın “Ulan benimle uğraşmayın”, Başbakan Erdoğan’ın “Hadi ananı da al git buradan.”
Mustafa Kemal’in milli mücadelenin en önemli haberleşme kanalı olarak tasarlayıp kurduğu Anadolu Ajansı, nasıl bu hallere düşmüştü? Gerçek habercilerin bir arada olduğu bir ajans, nasıl oluyordu da iktidara angaje isimlerin doluştuğu bir arpalık haline gelmişti? Ajans binasını yenilemek mi daha önemliydi, yoksa muhabirlerini taşıyan hizmet araçlarının modellerini, onların canlarını düşünüp yükseltmek mi? Bunun için ille de kazaların mı olması gerekiyordu? Bu eleştiriler bir yana, ajansın haber mantığı aslında, tüm basınımız için geçerli bir geleneğin ürünüydü. Her şeyin ötesinde, bu eleştirel haberi yapan Cumhuriyet ve yazdığım İzmir’e Yakın Plan Gazetesi de dahil pek çok gazete, nasıl oluyordu da bazı haberleri görmezden gelebiliyordu? İsmi lazım değil bir esnaf odası başkanının, trilyonluk yolsuzluk yaptığı iddiasıyla yargılandığı davanın haberi, bir iki gazete dışında sayfalarda yer bulmuyordu? Basın dünyasında özeleştiri niteliğindeki haberler yararlıydı; ama adama “Aynaya dön kendine bak” derlerdi. Ahbap – çavuş ilişkileriyle, birlikte yenilip – içilen samimi ortamlarda “bağlanmış beyinler – eller”; bu davayı ve buna benzer pek çok olayı es geçebiliyordu. Bizim ajansı can kulağıyla dinlediğimiz günlerden bugünlere neler neler değişmiş, ayaklar baş, başlar ayak olmuş kim bilir. “Asıl sen İzmir Gazeteciler Cemiyeti seçimlerinde göreceksin, ne gürültü kopacak? Yaralı parmaktan kaçan adamlar, bu mesleği temsil etmek için yarışacak” diyen, geçenlerde mahalle kahvesinde pişti oynadığımız emekli bir gazeteci arkadaşımla laflarken, aklıma şu sorular düştü: Basın Yayın Enformasyon İl Müdürlüğü’nün her ay, zor durumda olan veyahut işsiz gazetecilere verdiği çam sakızı çoban armağanı niteliğinde parasal desteği var mıdır? Bu destekten kimler yararlanmaktadır? Bir ay tek, diğer ay çift maaş alan ve halen (adı önemli değil) bir kamu kurumunun haber merkezi yöneticisi olarak çalışan, emekli ya da zor durumdaki gazetecilere verilmesi gereken bu kaynaktan faydalanmakta mıdır?”

Bu satırlara ekleyeceğim çok satır var ama eksik yok! İmzamı da atarım.

“Medya” BASIN olmadan, Asla!

İnandığım bu işte.Bunu gerçekleştirecek, hareketi başlatacak bir meslek örgütü yok ama, pırıl pırıl meslektaşım çok. İzmir Gazeteciler Cemiyeti seçimlerinden da umudum falan yok. Kriz döneminde, pek çok gazetecinin “köfteci” oluşunu, yuvasının yıkılışını seyredenlerin bırakın hareket başlatmayı, hareketin anlamını bile bildiklerinden şüpheliyim. Ne kadar küresel pislik varsa savunan, halkçılığı sadece ıstakoz yarıştırmaktan ibaret masabaşı plaza aydınlarının, uzaktan kumandalı köşe yazarlarının, “evet efendimci” ve düğme ilikleyici TV yorumcularının hakimiyetiyle basın da oluşmaz. Temel değerlerini, inançlarını, ülkülerini yitirmiş insanlar topluluğuna çevriliyoruz. Bunun nedeni de, gazeteci olmayan patronlarına, gazeteciliğin ahlakını ezdiren üstelik ceplerinde sarı veya sürekli basın kartı taşıyan sözde meslektaş ve sözde duayenlerdir!
Şimdi de şu satırları okuyun lütfen. Bu satırları gönderen Nihat Demirkol’a şükranlarımı sunarken, sizden ricam yukarıdaki satırlarla aşağıdakileri birleştirin. Okur veya izleyici yurttaş sıfatlarınızla “gereğini” yapın. Yani beğenmediğinizi okumayın, izlemeyin! Çünkü tepkisiz toplumlar sürü olmaya mahkumdur. Ne yazık ki bizim sorunumuz da “sürü” ile “millet” olmanın farkını düşünememektir. Düşünme eylemlerimizi yaşayamamanın sorumlusu ise kendini “medya” haline getiren basındır!

“Canım Türkiye’m, donuyla birlikte beş para etmez, sefil, sözüm ona mankenlerin hayattını ezbere bil, ama Oktay Sinanoğlu’nu tanıma. Canım Türkiye’m, televoleyi kaçırma, ünlüler çiftliğini kaçırma, ama bu adamı kaçır! Canım Türkiye’m, pastanelere “patiseri”, lokantalara, “restaurant”, mağazalara “shop” yazmaya devam et. D&R yaz sonra da Tarzanca iletişim kurulamaz İngilizcenle “dienar” diye oku. Canım Türkiye’m, tepeden tırnağa, sat ülkeni, dilini sat, kendi değerlerini aşağıla, nasıl olsa onlarınki daha iyidir. Sana laf edene ise “faşist” de, “milliyetçi” de, “sağcı” de, “solcu” de, komünist” de, “dinci” de, de oğlu de. Ama sakin “YURTSEVER” deme!”

GICIKLIK OLSUN DİYE BİR SORU!

Millet, içinizde İzmir’deki mason faaliyetler konusunda bilgisi olan varsa, lütfen benimle paylaşsın. Çünkü şu pergel, gönye ve G harfini bugünlerde çoook merak ediyorum. Ve merak ettiğimi söylediğim için, bunu tehlikeli bulan dostlarım var. Ne dersiniz, merak ettiğimi öğrenirsem ne olur ki? Canımı mı alırlar?

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın