“Her şey değişir hiçbir şey yok olmaz” Ovidus
Dünyamızda toplumsal değişimin en önemli belirleyici gücü, GÖÇ olgusudur. Binlerce yıldır yaşamın, coğrafyanın zorlamalarıyla, toplumsal düzenin dayatmalarıyla sürekli göç ediyoruz, göç etmeye de devam edeceğiz. Bugün, göç olgusu, bir kuram olarak “Göç Sosyolojisi” başlığıyla, dünyamızda en çok araştırılan, değerlendirilen bir bilgi dalıdır. Osmanlı’dan günümüze yaşadığımız siyasal, toplumsal gerçekler, ülkemizin nüfus yapısını, ekonomik yapısını, kültürel yapısını göçlerle, göçmenlerle yeniden belirlerken yeni göçlerin ve göçmen-lerin hem ülkemizde hem de yeryüzünde bitmeyeceğini yaşayarak görüyoruz.
Bugün, Anadolu bizim yurdumuz… Binyıllardır bu topraklarda yaşayan toplulukların / ulusların / dillerin tarihine ilişkin burada sizlerle bir bilgi paylaşımı ya da yoklaması yapmayacağım/z. Yine de Anadolu’yu anayurt bellemiş yüzlerce dili konuşan toplulukların, ulusların, devletlerin içinde Türklerin ve Türkçe’nin, Malazgirt Savaşı’yla (1071) Anadolu’da egemenlik kurduğunu hepimiz biliyoruz. Dilbilim açısından “gerçek anayurdumuzun dilimiz olduğunu” da unutmamalıyız. İnsanoğlu olarak hangi toprak parçasında yaşarsak yaşayalım, o topraklara kimlik veren, kişilik veren dilimizdir, dillerimizdir. Bu bütün diller için de doğru bir tanımdır. Anadolu’da Türkçe’nin egemenliği, devlet dili Farsça olsa da Selçuklular döneminde başlar. Unutmayalım, Büyük Selçuklu’da devlet dili Türkçe olurken temel kültür Pers kültürü idi. Hint-Avrupa dil ailesinin akrabası birçok halk bu bölgede yaşıyor, birçok dil de bu bölgede konuşuluyordu. Büyük Selçuklu devleti yıkılırken Anadolu beylikleri Türkçe’nin egemenliği sürecini hızlandırıyordu. Osmanlı Beyliği bir devlet kimliğinden II. Murad ve oğlu Fatih Sultan Mehmet ile bir imparatorluğa dönüşünce Türkçe’nin yaygınlaşmasında izlenen yol da değişti.
Burada küçük bir anımsatma: Dünyadaki hemen bütün diller / dil adları siyasal içerik taşırlar. Ancak siyasal bir iktidarla, güçle bütünleştikçe diller gelişirler, anlam kazanırlar, varsıllaşırlar. Hele bir de imparatorluk dili olurlarsa etkinlikleri çoğalır. Dilbilimde, “bir dil / bir ağız, bir orduya sahip olunca yazı dili olur, orduya sahip olmayan diller / ağızlar ise daha çok sözel nitelikleriyle yaşarlar, ağız olarak kalırlar!” görüşü bugün tartışılsa da bu tanım, bizlere, yazı dili ile devlet arasındaki bağlantının önemini gösterir, değerini vurgular.
Anadolu’dan Rumeli’ye göçürülen, yerleştirilen, Türklerle Türkçe’nin göçü de hız kazanır. Rumeli’den Balkanlara, Sırbistan’dan Macaristan’a vb. genişleyen Türkçe’nin ve Türklerin göçü Karlofça Antlaşmasına (26 Ocak 1699) değin pek aksamadan sürer. Egemenlikleri altına aldıkları topraklarda Türkçe’nin egemenliği sağlanmaya çalışılırken devşirme yöntemiyle de Osmanlı ordusu yeni bir düzen kazanır.
Anadolu’ya göçle gelen Türkler; gerçekte binlerce yıldır bu topraklarda egemen olanların yaptıklarını hem Anadolu’da hem de Avrupa topraklarında yaptılar, dillerini egemen kılmaya çalıştılar. Anadolu’da binlerce yıldır yaşayan, egemen kültürlere göre dilleri ve kimlikleri değişen, dönüşen toplulukların büyük bir çoğunluğu, 100-150 yıl içinde, Anadolu’da, Rumeli’de kaçınılmaz olarak bu kez de Türklerin / Türkçe’nin şemsiyesi altında yaşadıkları “asimilasyon” ile (kendine benzemeye zorlayıp içine alıp eriterek) bir kez daha dönüştüler. Sonuçta kendi dillerini unuttular, egemenin dilini, Türkçe’yi konuşur oldular. Tarihsel bilgilerinizi yoklarsanız Anadolu’da onlarca devletin ve dilin, bugün sadece kimilerinin adlarını biliyoruz. Bu topluluklar, bu diller nereye gittiler dersiniz? Yoksa hepsi öldürüldüler mi? Bu söylediklerim salt Anadolu için geçerli değil… Elbette egemenliği altına aldığınız topluluklara dilinizi egemen kılamazsanız, evet, vergi alırsınız ancak nice yıl geçse de onları kimliğiniz içinde eritemezsiniz…
Sözün kısası, anlattıklarım dünyayı değiştiren göç gerçeğinin bir yansıması, sonucu. Biz Türkler, dünyada en çok göç eden soyların, en çok da abece değiştiren boyların başında geliyoruz. Elbette bizleri izleyen başka göç eden soylar, soplar da var…
Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılış süreciyle birlikte XVIII. , XIX. ve 20. Yüzyıl’da, Anadolu’ya, geriye dönük yoğun göçler yaşadık. Bugün de ülkemizde, kasabamız Turgutlu’da en somut biçimde göçler yaşandı, yaşanıyor, yaşanmaya da devam edecek. Çocukluk günlerimin Yedieylül Mahallesi Gürleyen Sokağı’nı düşünüyorum. Sokağımız, tam bir “mübadiller, göçmenler” sokağıydı. Boşnakça, Rumca, Arnavutça konuşmalar duymak çok doğaldı. Çünkü yaşlı komşularımızın hemen hiç birisi Türkçe bilmiyorlardı. Kısa bir süre sonra, İzmir’de, Karşıyaka / Şemikler’de geçen lise yıllarımda, yine çevremizde Türkçe bilmeyen Makedonyalı, Bosnalı, Bulgaristanlı, Pomak vb. kökenli, sabahın seherinde banliyö trenleriyle, tütün, pamuk, üzüm, incir, kumaş vb. fabrikalarına yetişmeye çalışan, aralarında yavaş seslerle kendi dillerini konuşan “göçmen” komşularımızı tanıdım.
[Yıllar önce, bir sohbet sırasında, babaanneme, “biz de göçmeniz değil mi” diye sorunca gösterdiği tepkiyi unutamam! Sözcükler, adlar kimliğimizdir unutmayalım…]
Aradan yine yıllar geçti, görünüşte bugün, Turgutlu, İzmir vb. kentlerin sokaklarında Türkçe egemen görünüyor. Ancak çevremizi dikkatle incelediğimizde, ülkemizin / kentlerimizin sokaklarında, Arapça konuşan Suriyelilerin, Libyalıların, Cezayirlilerin yanında Fransızca konuşan Senegallilerin, Togoluların, Kamerunluların, Kenyalıların dışında dillerini bile bilmediğimiz / anlamadığımız yeni “göçmenlerle”, “kendine sürgünlerle” birlikte yaşıyoruz. Bugün ülkemizde ucuz işçi olarak çalıştırdığımız, emeklerini sömürdüğümüz bu “insancıkların” dramlarını sizler de biliyorsunuz! Unutmayalım, dedelerimiz de ninelerimiz de aynı acıları çok yaşadılar!
Toplumbilimciler, siyasetbilimciler, tarihçiler, göç olgusunu, sorunlarını, çözüm yollarını tartışa dursunlar, ben bir başka olguya / gerçeğe dikkatinizi çekmek istiyorum. Son yıllarda tarihsel araştırmalarda, “Aile Tarihi” araştırmaları, yeni bir bilgi dalı olarak çok ilgi görüyor. Hemen herkes ailesinin geçmişini, soyunu sopunu öğrenmek istiyor. Bu o denli de kolay değil! Muhacirlerin / mübadillerin / göçmenlerin yaşadıkları savaş koşulları, benzersiz sıkıntılar, acılar yanında Anadolu’ya gelen atalarımızın büyük çoğunluğunun eğitim ve öğretim düzeylerinin yetersizliği / düşüklüğü, bugün aile tarihi bilgilerine ulaşmadaki en büyük engeli oluşturuyor.
Eğitimi, öğretimi yüksek Batı toplumlarında, aile bilgilerinin oluşturulması, nüfus kayıtlarının, yazılı belgelerin korunup saklanması, birçok ailenin yüzyıllar öncesine uzanan soyağaçlarını / şecerelerini övünçle göstermeleri, bugün bizleri şaşkına çeviriyor! Acıdır, Anadolu’ya gelen atalarımızın büyük çoğunluğunun ellerinde ne bir kimlik bilgisi, ne de mal mülk belgesi yoktu! Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanış sürecinde yaşanan kargaşa ortamındaki can pazarında, bunları düşünen çok az muhacir / kaçgun / mübadil / göçmen var!.. Elbette Osmanlı’daki / Türkiye’deki göç dalgalarının daha çok dinsel inanış temelli olduğu bir gerçek: Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 30 Ocak 1923’de imzalanan “Mübâdele Mukavele-nâmesi”yle/ Sözleşmesiyle 400 bin civarında müslümanın Anadolu’ya; 1 milyon 200 bin hıristiyanın da Yunanistan’a göçü [muhaceret / muhacir / mübadele / mübadil] gerçekleşti. 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşmasıyla da Kurtuluş Savaşı zaferimiz kabul ediliyor, Ankara Hükümeti tanınıyor ve I. Dünya Savaşı’nın bitişi de onaylanıyordu!.. [Yunanlıların “Megali-o- İdea / Büyük Hayalleri” / sonrasında yaşadıkları “Büyük Felâket-Megali-o- Katastrofi” / Küçük Asya Felaketi… Anadolu’ya geri dönüş rüyaları / Zorunlu sürgünlük acıları… ]
Balkanlarda, Rumeli’de, Yunanistan’da, Ege adalarında yaşayan müslüman inanışlı Türklerin yanında hemen hiç Türkçe bilmeyen, müslüman inanışlı, Boşnakların, Arnavutların, Giritlilerin, Pomakların vb. Anadolu’ya gelişlerini, buralarda yaşadıkları sıkıntıları, “macır götü cırcır” vb. aşağılanmalarını unutmadan, benzer biçimde Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilenlerin / göçenlerin / mübadil olan Anadolu Rumlarıyla Ortodoks inanışlı, Türkçe konuşan, Türk kökenlilerin de benzer sıkıntıları yaşadıklarını, yıllar yılı “Türk dölü” olarak aşağılandıklarını biliyoruz.
[Anadolu’dan Yunanistan’a giden Rumların, günümüzde de yineledikleri bir övünçleri vardır: “Yunanistan’a sanatı, ustalığı, bilgiyi, beceriyi, biz öğrettik.” Birçok araştırmada bu övünç dile getirilir. Bu övüncün bizim açımızdan pek değeri yoktur. El sanat-larından ustalık gerektiren mesleklere bizler çok sıkıntılar yaşadık…]
Göçler ve Göçmenler
Anadolu’yu işgale kalkışan, Kurtuluş Savaşımız sonrasında yaşadıkları ekonomik ve siyasal sıkıntılara, bunalımlara karşın Yunanistan hükümeti, Anadolu’dan gelen, “yediden yetmişe” bütün göçmenlerle çok önemli bir araştırmayı, sözlü tarih çalışmasını gerçekleştirmiştir. “Sen kimsin, nesin” sorularıyla başlayan, kişinin özelliklerini, yeteneklerini, becerilerini, eğitim, öğretim düzeylerini, bütün bilgi birikimlerini vb. sorgulayan, bunları yazıya aktararak belge-leyen görüşmeler yaparlar! Biz böylesi bir araştırmayı yapamadık. İnsan gücünü tanımak, onları bilgilerine, becerilerine göre değerlendirip onlardan yararlanmak açısından bu araştırma çok önemliydi. Evet, küçük ölçekli çalışmalar yapılaşa da Anadolu’ya gelen ve geniş bir coğrafyaya yerleştirilmeye çalışılan 400 bin insanla söyleşip onları değerlendirecek, eğitimli, yetişmiş insanımızın da olmadığını belirtmek isterim. Hemen hepimiz biliyoruz, bir imparatorluğun yıkılması, parçalanması, dağılması kolay olmuyor.
Parçalanan imparatorlukları düşünün. Osmanlı öncesinde, örneğin Roma İmparatorluğunun doğu-batı diye bölünmesi, yüzyılları bulan dinsel temelli savaşlar, kimlik bunalımlarını, Fransız Devrimi’nin öğrettiği özgürlükle, coğrafyayla / yurt duygusuyla, ulusal dille bütünlenen ulusal kimlikle tanımlanan bağımsızlık kavgalarının Avrupa’da yarattığı çalkantıları düşünün. Dünyamızda, Avrupa’da göç gerçeği / hicret gerçeği / mübadele gerçeği bugün de en etkin bir biçimde yürürlükte. Göç kuramı hep yürürlükte hep egemen!…
İşte bizler, Osmanlı İmparatorluğu’nun 300 yılı aşan parçalanma sürecinde, Karlofça’dan (26 Ocak 1699) Lozan’a (24 Temmuz 1923) ve Cumhuriyet döneminde yapılan antlaşmalarla, yurt bellediğimiz Anadolu’nun yüzlerce kentinde yaşayan mübadiller olarak bugün buradayız, Turgutlu’dayız. Elbette bu antlaşmaların dışında binlerce ailenin de Anadolu’ya kaçak yollarla, ”kaçgun” olarak geldiğini hepimiz biliyoruz.
[Osmanlı’nın geniş sınırları içindeki iç göçleri anmaya hiç vaktimiz yok! …]
[Anneannemin “kaçgun” olarak Girit’ten Anadolu’ya geliş öykülerini birazdan elimdeki belgeler eşliğinde anlatacağım. Şubat 1898 Pasaport iskelesinde, altı yedi yaşlarındaki bir kız çocuğunun bu yılları acıyla anımsaması.]
Anadolu’da bugün, hangi ili, ilçeyi, kasabayı “muhaceret / mübadele / göç” olgusu yönüyle incelesek, hemen her yerde, “muhacir / mübadil / göçmen” buluruz. Yüzyıllar öncesinden gelenler yanında daha dün Anadolu’ya gelip yerleşenler ya da buradan düşlerindeki ülkelere gitmek için Anadolu’yu geçiş yolu olarak kullanacak olan binlercesi, yurdundan, toprağından kopmuş insan evladı karşımıza çıkıyor… Göç bitmeyecek, insanoğlu huzur bulacağı, mutlu olacağı yerlere, dahası bir ütopyaya doğru gitmeye devam ediyor, bu gidişle de devam edecek!…
Aile Tarihimizi Araştırmak
Az önce de biraz açıklamaya çalıştım. Okuma yazması olmayan, eğitimsiz atalarımızın kimlik bilgileri, bugün birer öykü olarak torunlarının dilinde dolaşıyor. Peki, biraz olsun gerçek bilgiye ulaşma olanağımız yok mu? Bugün, böyle bir olanağımız var… Nüfus kayıtlarımız elimizde… Görünüşte devletimiz soyağaçlarımızı bize veriyor… Yeterli mi? Elbette hayır!
Şimdi bu konuya “Aile tarihimize” duyduğum ilgiyi öğrencilerime yansıtan, dahası onları tetikleyecek bir uygulamamı sizlere paylaşacağım. Yıllardır çalıştığım fakültelerde, öğretim yıllarının başlarında, öğrencilerimle tanıştığım ilk derslerde, kendimi tanıttıktan sonra, genç arkadaşlarıma, “dedeni / neneni tanıyor musun?” sorusunu soruyordum. Bu sorumun yanıtını hemen hepsi kolayca verirler. Ancak “dedenin / nenenin annesini, babasını tanıyor musun?” sorusuna geçince sınıf bir dalgalanır, büyük bir çoğunluk, bilmediğini söylerken yüzlerindeki ışık kaybolur. Ben inatla, “dedelerinin / nenelerinin dedelerini / nenelerini” tanıyan var mı diye sorunca sınıfta tepkiler farklı bir duygunun aktarımına dönüşürdü…
Bugün, ellerinde belgeleri olan, aile tarihlerini yüzyıllar öncesine değin bilen, yüzlerce ailenin olduğunu da unutmadan şimdi bu soruları sizlere, yöneltsem, ne yanıtlar verirdiniz? Gerçekte ben de öğrencilerim gibi, sizler gibi ailemin geçmişini, atalarımı hemen hiç tanımıyordum!
Benzer soruları aile bireylerime de sordum. Çünkü hem babamın, hem de annemin ailesi “suyun öte yanından” gelen, tümü okuma yazma bilmeyen mübadillerdi. Yerliler olsun mübadiller, muhacirler, göçmenler olsun, ülkemizde bu toplulukların bireylerine yönelik sözlü tarih çalışmaları, uzun yıllar boyunca hemen hiç yapılmadı. Son yıllarda, toplumbilimciler ve tarih araştırmacıları sözlü tarih çalışmalarına hız verdiler. Bu çalışmalar, yöntembilim araştırmalarından aile tarihi araştırmalarına hızla yöneldikçe, yerel tarihçilerimiz çoğaltacak, ailelerinin tarihlerine ilişkin bilgileri arayan genç kuşaklara da yol gösterecektir.
Çoğu mübadil çocukları olan yazarlarımızın yazdığı, sizlerin de okuduğunuzu düşündüğüm, atalarının anılarını, öykülerini, romanlarını biliyoruz. Yine de burada birkaç yapıtın, yazarın adını anmak istiyorum: Örneğin birinci kuşak mübadiller ile çocuklarıyla yaptığı röportajlarıyla ünlü, Tuzlalı bir gazeteci ağabeyimiz, İskender Özsoy’un yapıtlarını okumanızı öneririm. Yine Denizli Honaz’dan mübadeleyle Yunanistan’a giden bir Rum ailenin, gelinlik kızlarının çeyizini komşularına emanet bırakmalarının öyküsünü anlatan Kemal Yalçın’ın Emanet Çeyiz romanını da okumanızı özellikle isterim. Anadolu’nun birçok ilinde yaşayan mübadillerin öykülerini anlatan onlarca öykü kitabının, romanın, inceleme nitelikli yapıtların, artık günümüzde bir “Mübadele Kitaplığı” oluşturacak sayıya ulaştıklarını görüyoruz.
Bu bilgilerden sonra, yaşamları, uzun serüvenlerden sonra bir mübadil kenti olan Turgutlu’da birleşen, burada uzun yıllar yaşayan iki mübadil ailenin, Hürmüz-Şehâbettin Sevinçli ile Merdiye-Nusret Taşyürek’in yaşamöykülerini, elimdeki belgeler eşliğinde anlatmak istiyorum.
Dedem Yunus Oğlu Şehâbeddin ile Babaannem Mahmut Kızı Hürmüz’ün Mübadele Sözleşmesiyle Anadolu’ya Gelişleri (1924)
Sizlere sunacağım bilgileri, 2016 yılında, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’nden edindim. Bugün Mübadele Sözleşmesi’yle Anadolu’ya gelen hemen bütün “mübadillerin kayıtları, belgeleri bu arşivde duruyor. Peki, bu belgeler neleri içeriyor? En önemlisi, göç ettikleri yurtlarında, kentlerinde, kasabalarında, köylerinde sahip oldukları, Mübadele Antlaşmasıyla o ülkeye / devlete bıraktıkları mallarını, varlıklarını gösterir bir listeyi var: Tasfiye Taleb-nâmesi. Mal varlıklarını, ev, bağ, bahçe, tarla, hayvan sayısını gösterir bir belge bu. Anadolu’da iskân / yerleşme, yurt edinme haklarının, paylarının da garantisi bu belge. Bir de Selanik’ten İzmir’e gemiyle gidişlerinde geçerli, “pasaport” var. Şimdi, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü / Cumhuriyet Arşivi’nden, Mübadil dosyalarından edindiğim belgelerden, önce pasaportu, sonra da “Tasfiye Talep-nâmesi”ni görelim:
Ümmî olan dedemin, Fransızca – Türkçe yazılı pasaportunda şu bilgiler yer alıyor:
Brouillon / Suret
Port d’entrée / Duhûl Limanı: Smyrne
Arrivée avant le / ….Tarihinden evvel muvâsalat :….
Nom et prénom de l’émigrant / Muhâcirin isim ve pederinin ismi: Chéhabéddin Younous.
No d’enregistrement / Kayıt Numarası: A-11952.
Hommes / Erkek: 2
Femmes / Kadın:1
Enfants / Çocuk: 4
Total des personnes/Yekûn nüfus:7- sept.
Date / Tarih: 4 Mart 1924.
Ücretli seyahat (Damgayla)
Fransızca Mübadele Komisyonunun Mühürü:
COMMİSSİON MİXTE / SOUS COMMİSSİON / POUR L’ECHANCE DES POPULATİONS / GREECQUES ET TURQUES / PREMİERE / (Karma Komisyon / Alt Komisyon / Türkler ile Yunanlıların Nüfuslarının Değişimi İçin / Birinci (olarak). /
Tasfiye Talep-nâmesi, tümüyle Türkçe:
Kayıt tarihi: 10 Mart 1924
Kayıt Numerosu:11068
İhtâr: Ashâb-ı mürâcaatın yanlış veya mübâlagalı beyân-nâme i‘tâ etmemesi ve aksi hâlin kendi zararını mûcib olacağını ihtâr olunur.
Tasfiye Taleb-nâmesi:
Zîrde vâzı‘- ül- imzâ 30 Kânûn-i sânî 1923 tarihli Mübâdele Mukavele-nâmesi mucibince âtîde irâe olunan emvâl-i menkûle ve gayr-i menkûlenin Muhtelit Mübâdele Komisyonu ma‘rifetiyle menâfi’me muvafık sûretde tasfiye edilmesini ricâ ederim.
Müsted‘înin Hüviyyeti:
İsim ve Pederinin İsmi: Şehâbeddîn bin Yunus
Memleketi:
Livâsı: Selânik
Kazası: Karaferye
Şehri: Ağustos Nahiyesi
Karyesi: Câmi‘ Mahallesi
El-Yevm Sâkin Bulunduğu Mahal:
Livâsı: –
Kazası: El-yevm Kireçköy Yolunda Çadırlarda
Şehri: –
Karyesi: –
San‘atı: Zürrâ‘, kokolcu, bağcı.
Bu belgeleri, “Hîn-i hareketinizdeki emvâlinizin vaziyetine dâir âtîdeki cedvel mûcibince tafsilât veriniz” başlıklı A cedveli izliyor. Bu cedvelde, “fevkânî, üç odalı bir evin” yanında, “dut, incir, ceviz ağaçlarının olduğu 4 bahçe, yonca, buğday, arpa, çavdar, mısır, susam ektikleri 5 tarla, 2 bağ ile bir kestanelik, toplam 14 parça mal” bildirimi var. Bu bildirimde, tarlaların, bağların bulunduğu yerler ile büyüklükleri, evlek ve dönüm olarak yazılırken “müteveffa pederimden intikal” eden bu malların “altın Türk lirası hesabıyla” takdir edilen toplam değeri de 1020 lira.
Belgeler, “B cedveli”yle, “Müsted‘înin terk eylediği emvâl-i menkûle” sayfasıyla sürüyor. Bu sayfada, dedemiz Şehâbeddîn bin Yunus, “yatak, yorgan, mutfak eşyası bakır parçalar ile buğday, arpa, mısır, soğan, ceviz, yonca, saman” vb. ürünü ayrıldıkları evlerinde bıraktığını açıklıyor. Bu bilgileri, “Müsâdere edilen emvâlin beyânı” sayfası izliyor. A ve B cetvellerindeki mallara, ürünlere el konulduğu bu tutanakla da onaylanıyor.
Selanik’in Yunanistan’a geçişinden sonra Türklerin / Müslümanların el konulan mallarının olup olmadığını gösteren, “18 Teşrîn-i evvel [Ekim] 1912 tarihinden beri istimlâk edilmiş olan emlâk” listesi sayfası boş. Sayfanın sonunda, “Mahal-i Tanzîm” ile “Müsted‘înin İmzâ veyâ Mührü” başlıklarının yanında, “Selânik, 26 Şubat 1329 [1923]” yazılı. Bir de Tasfiye Taleb-nâmesini düzenleyen üyelerden birinin yazısıyla dedemim adı, Şehâbeddin Yunus yazılmış, imza yerine de parmak izi basılmış…
Dedem Şehabettin ile babaannem Hürmüz, Selânik ili Karaferye ilçesi Ağustos kasabasının Câmi Mahallesinden çıkıp (!) Selanik limanına geldiklerinde yanlarında çocukları Fehime, Kadir ve Remzi ile birlikte babaannemin babası Mahmut, dedemin kız kardeşi Leyla Hala varmış.
Babaannemin anlatımıyla, babam Mustafa Sevinçli, Selanik’te limanda / çadırlarda doğmuş. Selanik’in soğuğunda, ateşte ısıtılan oluklu kiremit üstünde yaşama tutunmuş… Karaburun’un, küçük bir Rum balıkçı köyü olan Denizgiren köyüne uzun tartışmalardan, kavgalardan sonra iskân edilmişler, daha doğrusu sürgün edilmişler.
Dedem Yunus oğlu Şehabettin’in ailesinin çoğunluğu, denizi ilk kez Selanik’te görmüşler. Yaşamları boyu Ağustos kasabasının ortasından akan Arap Deresindeki balıkları tanıyan, Yunus oğlu Şehâbeddin ailesi, Ağustos’ta tarlalarını, bahçelerini işlerken evlerinin alt katında üç beş koyunu, inekleri, öküzleri, atları olan ayrıca ipekböceği de yetiştirip koza işleyen tam bir çiftçi ailesi. Anadolu’da, İzmir ilinin Karaburun ilçesinin bir balıkçı köyüne, Denizgiren’e iskân edilince de köyün yamacında, yeniden onardıkları, denize bakan evlerinde, sırtlarını denize çevirip bildikleri işi yapmışlar, koyun, keçi beslemişler. Babam, her gün Denizgiren’den yürüyerek Küçükbahçe köyüne gitmiş. Üç sınıflı ilkokulu bitirince de aile, 1934-1936 arasında, Ağustos’a, Karaferye’ye benzettikleri Turgutlu’ya göçmüşler.
Yıllar yılı hep amcalarımın, halalarımın adeta efsaneleştirerek anlattıkları aile öykülerini dinleyerek büyüdüm. Memlekette ne kadar zengindiler, ne kadar tarlaları, ne kadar öküzümüz, atımız vardı, hangi tarla orman gibi olan ceviz bahçesine yakındı, hepsini ezbere biliyordum. Ancak hiçbirisi, aile tarihimize ışık tutacak tek bir belgeyi ortaya koyamadılar…
Karaferye’de Büyük Parkta
Ben, 2009 yılına değin bu öyküleri dinledim. 2009 yılının yazında, eşim, oğlum, gelinim, ortanca kız kardeşim, eşi ve iki kızıyla Atina’dan Selanik’e geçtik. Selanik’te dinlendikten sonra ertesi sabah hiç oyalanmadan, ver elini “memleket” yoluna.
İlk durağımız Karaferye idi. Bu yeşillikler denizi olan Karaferye’de, büyük parkta, koca bir çınarın altında oturan yaşlılara, kendimi, bilgiçliğimle, Fransızca tanıtıp Türkiye’den / İzmir’den geldiğimi, dedemin, nenemin memleketini gezmek görmek istiyorum deyince, en az üç dört kişinin birden, “gel bre çocuk, gel hele, Türkçe söyle” seslenişlerini, bana yardımcı olması için Kastamonu / Mudanya kökenli İlya’yı çağırtmalarını, İlya’nın yardımlarını, yatalak annesinin, “öğrenemedim şu gâvurun dilini” deyişini, sürekli Türkçe konuşup türküler çığırdığını anlatışını, yine eşimle kız kardeşimin, Selanik’te bindikleri takside konuşurlarken şoförün, Türkçe, “siz nerelisiniz, nereden geldiniz” diye sorup sohbet edişiyle bizimkilerin şaşkınlıklarını unutamıyoruz.
Karaferye’de, İlya’nın aracılığıyla Anadolu’dan gelmiş, bizlere dostluk gösteren nice güzel insanla tanıştık. Kenti gezdik. Yerel bir tarihçi dost, 1922 sonrası Selanik ve çevresindeki yaşamı özetledi. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda, Nazi Almanyasının Yunanistan’ı işgali, yakıp yıkılan kentleri, kasabaları, yaşanan acıları, binlerce mübadilin yeni yurtlarını savunurken öldüklerini anlattı. Anadolu’da yaşanan “büyük felaket” ten sonra Yunanistan’da savaşların, acıların bitmediğini, Alman işgalinin acılarına Yunan İç Savaşı’nın acılarının eklendiğini aktardı. Resmi kurumlarda, örneğin Belediyelerde, nüfus müdürlüklerinde ailemizin izlerini içeren belge bulabilir miyiz dedikçe de elinizde varsa kendinizi şanslı sayın, mutlu olun dedi. Bu gerçekle Ağustos’a / Naoussa’ya gidince bir kez daha yüzleştik.
Karaferye’de Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgedeki evlerin çoğu hâlâ kullanılıyor. Restore edilmiş kimi camilerin, devlet dairelerinin yanında Osmanlı’dan kalan Kadı Sicil Defterleri’nin korunduğu bir kütüphane-müze karşımıza çıktı. Osmanlı savaşlarla, antlaşmalarla geri çekilirken devlet dairelerindeki belgelerin büyük bir bölümünü, İstanbul’a getirmiştir. Ancak 1912 yılında Selanik’in bir kurşun bile atılmadan Yunanlılara teslimi sürecinde bu bölgede yazılı epey belgenin kaldığını biliyoruz. Müze kütüphanesinin yöneticileri, Osmanlıca bildiğimi öğrenince, hemen dolaplardan koca koca defterleri önüme koydular. Osmanlı’nın hukuk dilinin okunup çözülmesinin özel bir uzmanlık gerektirdiğini, Osmanlıca bilmemin bir işe yaramayacağını dilim döndüğünce anlattım; “sizden her gelen böyle söylüyor” diye gülüştük!
Ağustos Nahiyesine / Naoussa İlçesine Gidişimiz
Ertesi günün sabahında, oğlumla yola çıktık. İlk hedef, Naoussa Belediyesi. Yine kendimizi tanıtıp 1924’e değin bu kentte yaşayan atalarımızdan bir iz, yazılı bir belge bulabilir miyiz diye karşımıza çıkan belediye görevlisiyle konuşuyoruz. Karaferye’deki yerel tarihçi dost gibi olmasa da Belediye’deki gençten, kentin II. Dünya Savaşı’nda Alman işgalini yaşadığını, bombalanan kentin neredeyse tümüyle yandığını, nüfus, vergi, tapu vb. kayıt belgelerinin yok olduğunu, uzun dönem kimlik bilgilerini oluşturmada zorluklar yaşadıklarını, eski kentin dokusunun bütünüyle değiştiğini, belediye önündeki meydanda sağlam kalan saat kulesinin dışında çok az eski evin kaldığını öğrendik. Saat kulesi gerçekten çok gösterişli. Alınlığında, 1895 yılında hem Türkçe hem Yunanca yapılış öyküsü yazılı.
Yunanistan’ın bağımsızlık yolunda, Osmanlı’ya başkaldırışı yıllarında, 1822’de, Ağustos’ta, bağımsızlık istekleriyle gerçekleştirilen bir isyan, Ağustos / Naoussa tarihinde önemli bir yer tutuyor! Kentte, kendilerini Arapista’ya [Arap Deresi] atarak intihar eden kadınlar anısına dikilen bir heykel dikkat çekiyor.
Babaannemin ve büyük amcamın anlattıklarından kasabanın ortasından geçen, deli dolu akan Arap Deresi’ni gezdik. Bir Arap Deresi de Karaferye’de karşımıza çıktı. Haritalarda, yol / yer tabelalarında Latin harfleriyle “Arap Deresi” yazılı. Bizim gibi Yunanistan da yıllardır Osmanlının izlerini silmek için büyük bir uğraş veriyor. Bu iş o kadar kolay değil, 500-600 yılın izleri hemen silinmiyor arkadaşlar.
Ağustos / Naoussa, ülkemizde bugün pek bilinmiyor, ancak Balkanların en büyük kayak merkezi Ağustos’ta. Yine Ağustos, Aristoteles Okulu’yla bütün dünyada biliniyor. Makedonya devletinin kurucusu Kral Filip, oğlu İskender’e ders vermesi için ünlü filozof Aristoteles’i öğretmen olarak seçer. Ağustos’ta, Arap Deresi’nin bir ucunda, kayalıklardaki mağara odalarıyla bilinen Aristoteles Okulu’nda, prens İskender’e Aristo ders verir. Bu okulun hemen bitişiğinde bugün Aristo Müzesi var!
Ağustos’ta küçük, şirin, eski bir evi, etnografya müzesi olarak düzenlemişler. Müzeyi gezdik, Anadolu insanımızın kullandığı benzerlikteki giyim kuşamdan dokuma tezgâhlarına, dönemin silahlarından mutfak araç gereçlerine, içini donatmışlar.
Bugün kuzey Yunanistan, Ağustos ile Karaferye, kestane ağaçlarıyla, sebze ve meyve bahçeleriyle kuşatılmış. Bu bölge Yunanistan’ın tam bir meyve ve sebze deposu. Doğal olarak da en yeşil bölgesi, yeşilliğiyle de çok güzel!
Sonuçta, Ağustos’ta, aile tarihimize ilişkin bir kağıt parçası, bir belge bulamadan döndük!… Bu eksikliğimizin en önemli nedenini hepimiz biliyoruz!
***Şimdi de gerçek birer macera kahramanları olduklarına inandığım anne-annemlerin Anadolu yolculuklarını aktarmak istiyorum.
Recep Kızı Merdiye’nin Kaçgunluk Öyküleri
Şimdi de sizlere, Anadolu’ya büyükbabamlardan önce gelen annemin babasının ve annesinin, Nusret Çavuş ile Hurşide kızı Merdiye’nin Anadolu’daki öykülerini, yaşamöykülerinden küçük bir kesiti anlatacağım… Ben iki dedemi de tanımadım. Yunus Şehabettin dedem 1939 yılında, Nusret dedem de 1946 yılında Turgutlu’da ölmüşler.
Annemin, Taşyürek ailesinin öyküsünü, daha çok anneannemden ve annemden dinledim. Anneannem, yaşamöykülerini anlatırken hep aynı tümceyi kullanırdı:
“Biz Girit’teki isyanlardan sonra gemiyle Aydın’a geldik. Pasaport iskelesinde üç ay kadar çadırlarda kaldık…”
Bu iki tümcenin ardından yaşananlar büyük acıları da beraberinde getiriyor…
Burada kısaca Girit’in Osmanlıyla ilgisini anımsayalım: Osmanlı Girit’i çok geç feth etmiştir. Görünüşte bu küçük ada, Venediklilerin önemli bir askeri ve ticari üssüdür. 1645-1669 arasında uzun süren savaşlardan sonra egemenliğimize geçer.
1645 yılından Girit’i Yunanistan’a bağlamak için 1897’de isyan eden ada Rumları, Türklere / Müslümanlara saldırırlar. Yangınlar, ölümler, yerinden yurdundan edilenler, kurtuluşu Anadolu’ya gitmekte ararlar. Hızla çökmekte olan Osmanlı imparatorluğu Girit’e müdahale edecek güce sahip değildir. Adada taraflar arasında sözde barışı sağlamak için güç bulunduran dönemin büyük devletlerinin, özellikle İngiltere’nin Rum yönetimi desteklemesi, çok hızlı bir göçü de beraberinde getirir…
Anneannemin, yedi sekiz yaşlarından izler taşıyan, “Biz Girit’teki isyanlardan sonra gemiyle Aydın’a geldik. Pasaport iskelesinde üç ay kadar çadırlarda kaldık…” tümceleri, 1898 Şubat’ının İzmir’ini anlatır. Osmanlı mülki yapısı içinde İzmir, Aydın Vilâyeti’nin merkezidir. Girit’teki isyanlardan, acılardan, ölümlerden kaçan 150 kişilik bir grup içinde büyük dede Recep, eşi Hurşide, kızı Merdiye, oğulları İbrahim, İsmail ve Kamil yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin içinde üç ay çadırlarda kalırlar. Gemilerle Girit’ten gelen muhacirleri karşılayan İzmirliler, doğrusu bu göçlere artık alışmıştır. Hilâl-i Ahmer’in (Kızılay’ın) öncülüğünde yapılan yardımlarla yaşamaya çalışan göçmenler bir an önce yerleştirilmeyi beklerken Osmanlı yönetimi, gelenleri, parça parça Anadolu’nun değişik kentlerine yerleştirmeye başlar. İşte bu süreçte, “Memâlik-i Osmâniyye’de toprak mı yok deyip”, Giritli Recep Ağa’nın ailesinin içlerinde olduğu bir grubu, yerleşim için, o günlerde Osmanlı toprağı olan Libya’ya, Bingazi’ye gönderirler.
Buraya değin anlattıklarımın çoğunu, dönemin İzmir gazeteleri de aktarıyor. Ancak ne anneannemin, ne dedem Nusret Çavuş’un, Girit’in hangi kentinden ya da köyünden olduklarına ilişkin hiçbir somut bilgim yok. Nüfus kayıtlarına ilişkin bilgileri yansıtan kimi belgelerde doğum yerleri Kandiye yazıyor. Bu yıllarda Girit’ten gelenlerin hemen hepsi Kandiyeli… Bu belirsizliğin nedenini hepimiz biliyoruz artık… Cahil, eğitimsiz kuşaklar çocuklarına yaşamlarını anlatsalar da geçmiş bir kuşak sonra unutuluyor, özünde anlatılanlar değişiyor, karışıyor, bozuluyor, yok oluyor. Bugün “sözün uçtuğunu, yazının kaldığını” biliyoruz !..
Çocukluğumda, anneannem Merdiye Taşyürek, Libya’da, nerede(?) olduklarını bilmiyoruz, kırmızı kiremit parçaları topladıklarını anlatırdı. Bu kiremit parçalarını İtalyan arkeologların Libya’da yaptıkları kazılarla birleştiriyorum… Ancak Recep Ağa ile büyük oğulları, bulundukları yerden mutlu değillerdir… Anneannemin anlatılarından ailenin yine denizler aşıp karalarda uzun yollardan gittiklerini ve Trablusşam’a ulaştıklarını öğreniyorum. Anneannem konuştukları Rumca’nın yanında Arapça’yı da anlamaya başladığını bana sık sık örnekliyor. Sokak Arapçasıyla, çocuk diliyle öyküler, oyunlar aktarıyor.
Girit’ten göçler bu yıllarda hızla sürüyor. Ada müslümanları, kaçak yollardan Anadolu’ya, Lübnan’a göçüyorlar. Özellikle II. Abdülhamit’in Girit muhacirleri için, Trablusşam’a yakın, Hamidiye adında bir kasaba kurdurduğu, buranın bir çekim merkezi olduğu biliniyor. Sözün kısası, Hurşide ve Recep ailesinin bugünlerde nerede olduğunu, ne yaptıklarını bilmiyoruz… Benim için bu ailenin tarihi, elimdeki belgelere göre 1910 yılında açıklık kazanacak.
Gelin Sandığındaki Çıkın
Evet, eldeki bilgiler, 1910 yılında, hem dedem Nusret Çavuş’un hem de Recep Ağa’nın Turgutlu’ya geldiklerini bizlere gösteriyor… Uzun yıllar önce, anneannemim küçük erkek kardeşi Kamil’in oğlu, adını her zaman sevgiyle andığım, dayım Dr. Süleyman Bağcı’nın, benzetmeli anlatımıyla, “kösemen bir Giritli koyun”, Recep Ağa’yı İzmir’den Kasaba’ya / Turgutlu’ya getirmiş. Geldiklerinde, Turgutlu’da 150 aile kadar Giritli varmış… İlk yerleşimleri Alankuyu Camii ve çevresi olmuş… Hemen çoğu Bektaşi olan Giritliler.
Yıllar boyu, Taşyürek ailesine ilişkin somut bilgilerden uzak yaşadım. Ancak geçmişimizi bir parça olsun aydınlatacak tarihsel bilgiler, babamların tarihi gibi, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivinde saklanmıyor, meğer çok yakınımızda duruyormuş! 1980’li yılların sonuna doğru bir gün, annemin, eski gelinlik sandığından, sandık lekeleriyle kirlenmiş büyükçe bir mendili, bir çıkını önüme koymasıyla birlikte Merdiye ve Nusret Taşyürek’ün geçmişleri aydınlanmaya başladı!
Çıkını açtığımda, şimdi tam sırası, gençler duymuşlardır belki, siyasi tarihimizde tartışmalara neden olan bir çıkın gerçeği daha var! Siyasi tarihimizin tek kadın başbakanının eşi bugün adı unutulan İstanbul Bankasını satın almıştı. İşte bankayı satın alacak denli serveti nedeniyle dönemin başbakanı tartışma gündeminden düşmüyordu. Başbakanın savunusunda en önemli dayanak, annesinin kendisine verdiği çıkındaki altınlardı!…
İşte annemin önüme koyduğu çıkında, başbakanımızın çıkınındaki gibi altınlar yoktu! Beş altı tane osmanlıca yazılı, oldukça yıpranmış kâğıt ile Gürleyen Sokak No.27’de yaptıkları evin planı / krokisi ile bağları ve hayvanları için ödedikleri vergi makbuzları elimdeydi. O yıpranmış kâğıtları okudukça yaşadığım şaşkınlığımı, sevincimi anlatamam… Bugün de o belgeleri sizlerle paylaşırken aynı duyguları yaşıyorum… İşte bu belgeler, aile tarihimin, o güne değin bilmediğim yönlerini, aydınlattı, öğretti…
Bu arada, 1910 öncesi yaşamına ilişkin, hiçbir bilgimiz olmayan dedem Nusret Çavuş’un, büyük bir olasılıkla, hem öksüz hem yetim olduğunu söylemeliyim. Annemin, Nusret dedemin, bir kızkardeşinin Antalya’da evli olduğunu, birkaç yılda bir Turgutlu’ya geldiğini anlattığını anımsıyorum.[Yıllar sonra ben bu halanın oğlu ve torunlarıyla Antalya’da görüştüm]
Yine dedemim Zeynep adında bir kız kardeşinin daha olduğunu, Manisa Moris Şinasi Hastahanesi’nde veremden öldüğünü, çıkındaki miras paylaşımıyla ilgili bilgileri içeren belgelerden öğrendim… Kızkardeş Zeynep öldükten kısa bir süre sonra, Merdiye ile Nusret’in 1915 yılında doğan kızlarına Zeynep adını verdiklerini, bu çıkındaki belgelerden öğrenip yorum yapabiliyorum.
***Şimdi size bir soru: İçinizden kaç kişi, anneannesi ile dedesinin hangi gün evlendik-lerini biliyor desem…
Anneannem Recep kızı Merdiye ile Dedem Haydar oğlu Nusret’in Nikâh Belgesi:
Kasaba ve Tevâbi‘ine Mahsûs Münâkehât İzin-nâmesidir
Numero:27
Mehr-i müeccel: 1001 sağ akçe / yalnız binbir kuruştur.
Muaccelât:
Menteş Baba Mahallesi İmâmı Efendi,
Ba‘de-s-selâm inhâ olunur ki mahalleniz sâkinelerinden MERDİYE bint-i RECEB nâm bikr-i bâliğenin mâni’-i şer’î ve silk-i askeriyyede nişânlısı yoğ ise işbu tâlibi olan NUSRET ibn-i müteveffa HAYDAR nâm kimesneye velisi izni ve tarafeynin rızâları ve mehr-i müeccel ve muaccel tesmiyeleriyle ind-eş-şuhûd akd ü nikâh eyleyesiniz ve-s-selâm.
Sene 28 Ramazan 328 [03 Ekim 1910]
Pul / Turgudlu Nâib-i Kaza // Mühür [İmza- Es-seyyid Hüseyin bin Ali ]
Vekîl-üz-zevc: Girîdî Hasan bin Hüseyin
Şuhûd-ül-vükelâ: Girîdî Selîm oğlu Bayrâm (1291) – Osman Efendi Oğlu Hasan (1297)
Vekîl-üz-zevce: Girîdî …. (?) Receb bin Mustafa
Şuhûd-ül-vükelâ:Girîdî İbrâhim …(?) bin Hüseyin (1290) – Giridli İbrâhim Kardakî (1291)
Şuhûd-ül-akd: 20 Eylül 1326 [03 Ekim 1910].
————
Terakki-i Vatan Matbaası: Mağnisa.
Peki, dedenizin askerliğine ilişkin neler biliyorsunuz?
Dedem Haydar oğlu Nusret’in Balkan Muharebesi Tezkeresi
“Balkan Muharebesi Tezkeresi”
Ordu : – / Kolordu: 1 / Fırka: 2 / Alay: – / Tabur: Nişancı / Bölük: 4 / Kazası: Kasaba / Mahallesi: Turgud Karyesi / Yenice / Hâne:-
Rütbesi: Nefer / Künyesi: Haydar oğlu Nusret / Târîh-i Tevellüdü: 302 / Sınıfı (Muvazzaf Redif) Müstahfız: İhtiyat / Muayyenli mi Muayyensiz mi: Muayyenli / Târîh-i Duhûlü: Tabura Vürûdu- Fi 12 Mayıs 1328 [25 Mayıs 1912] / Târîh-i Sevki: – / Târîh-i Terhîsi: Fi 14 Teşrîn-i sânî 1329 [27 Kasım 1913]
Yeddinde bir vesîkası yoksa ma‘lûmât-ı şifâhiyyesine bi-l-mürâcaa seferberlik müddetinde hangi kıtaâtda ne kadar müddet bulunduğu:
Merkûm Fi 12 Mayıs 328 [25 Mayıs 1912] tarihinde tabura intisâb eylemişdir.
Hangi muhârebelere iştirâk eylediği ve mecrûh olub olmadığı:
Merkûm taburumuz ile Kırkkil(ise) [Kırklareli] Lüleburgaz muhârebelerine iştirâk edüb bi-l-âhire Çatalca Arnavudköyü gerisinde (?) hatt-ı istinâdda buluınmuşdur. Mecrûh olmamışdır.
İşbu tezkere tarafımızda imlâ ve tasdîk olunarak merkûma itâ kılınmışdır. Fi 14 Teşrîn-i sânî 329 [27 Kasım 1913] sene.
Takım Kumandanı – Mülâzım (…-?-İmzâ ) / Kâtib – Hesâb Memûru (Mühür) / Bölük Kumandanı – Mülâzım-ı evvel (-?-) / İkinci Nişancı Tabur Kumandanı– Binbaşı (Mühür )
Ta‘lîmât:
1-İşbu tezkereden her nefer için bir tane doldurularak yeddine itâ kılınacaktır.
2-Terhîs olundukları vakit efrâd mensûb oldukları redîf dâiresine bi-l-mürâcaa işbu tezkereyi kaydettirmesi lâzımdır.
3-Sevkiyât merkezlerinde kuyûdât-ı lâzime tezkerenin zahîrine işâret olunacaktır.
(Arka sayfa) Merkûmun Berâber Getirdiği Eşyânın Mîâd Cedveli:
Aded:
1 Hâkî yazlık elbise / Mîâdı hulûl etmiştir.
1 Dolak / Mîâdı hulûl etmiştir.
1 Şubara / Mîâdı hulûl etmiştir.
1 Fotin / Mîâdı hulûl etmiştir.
1 Yağmurluk ma’a Başlık
5 / Yalnız beş adeddir.
4. Bölük Kumandanı Yüzbaşı / Mülâzım-ı evvel
Maâşı : Merkûmun işbu matlûbâta mukâbil Kasaba ahz-i asker şubesinden 5 Mayıs 330 [18 Mayıs 1914] tarih ve 62697 numerolu bir kıt‘asında resmî verilerek matlûbâta kayd olmuştur.
G /Kuruş
19 [krş.] Şubat sene 328
19 [krş.] Haziran sene 329
19 [krş.] Temmuz
19 [krş.] Ağustos
19 [krş.] Eylül
19 [krş.] Teşrîn-i evvel
114 [krş.] Yekûn
114
Yalnız yüzondört kuruş matlûbiyyedir. Fi 14 Teşrîn-i sânî 329 [27 Kasım 1913].
Hesâb Me’mûru / Mühür/ T. 2 Nişancı / Binbaşı / Mühür
Bâlâda muharrer beş kalem eşyâ alınmışdır. Fi 2 Kânûn-i evvel 329 [15 Aralık 1913]
Debboy Memûru Mülâzım /İmza
Bölükçe …_?_… işâret olunmuşdur. 2 Kânûn-i evvel 329 [15 Aralık 1913]
Soy Adı Kâğıdı / 1936.
25.5.1936 tarihli Soy Adı Kâğıdı’nı açıklamama gerek var mı bilmiyorum. Turgutlu Belediyesi Başkanlığı’nın mührünü taşıyan Soy Adı Kâğıdı’nda, “Turgut kazasında, Yenice mahallesinde oturan”, babası Haydar, annesi Kamer olan, rumî 1302 [1886] doğumlu dedem Nusret’in; babası Recep, annesi Hurşide olan, rumî 1311(1895) doğumlu anneannem Merdiye’nin; rumî 1341 [1925] doğumlu dayım Mustafa Kemal’in ve 1930 doğumlu annem Gülter’in TAŞYÜREK soyadını aldıklarını öğreniyoruz. Aile reislerinin de Soyadı Yasası (1936) sonrasında, Valiliklere, Kaymakamlıklara Belediyelere, Nüfus Müdürlüklerine, Muhtarlıklara gönderilen örnek Soyadı listelerinden soyadlarını seçtiklerini ve bu belgeye sahip olduklarını düşünüyorum.
Ben bu belgeyi, 12-13 Mayıs 2006 yılında Maltepe Üniversitesi’nde düzenlenen XX. Ulusal Dilbilim Kurultayı’nda, “Adlarımızda Soyadlarımızda Yaşayan Dil Devrimi” başlıklı bildirimde sunmuştum. Ancak oldukça ilgi çeken bu belgeyi, Kurultay’a katılan dilbilimciler olsun, dinleyiciler olsun hiç kimse görmediğini belirtti.
Değerli Turgutlulu hemşerilerim, kardeşlerim, sizlere anlattıklarım kurmaca bir öykü değil… Benim ailemin iki kanadından yaşanmış öykülerin belgeleri. Aile tarihimizin belgeleri olarak evimizde bir köşeyi süslüyorlar. Unutmayalım ki bu belgeler göç olgusu gerçeğinin somut kanıtları aynı zamanda. Sizlerden isteğim, bunu bir öneri olarak alın lütfen, yarından başlayarak aile büyüklerinize danışarak, sorup soruşturarak, onlardan kalan, hani eski dille “evrak-ı metrûke” denilen eski belgelerin, peşine düşseniz… Dedenizin babasını, ninenizin babaannesini öğrenmek için uğraş verseniz, biraz daha araştırıp karıştırsanız… Karşınıza neler çıkacak acaba? Neler bulacaksınız acaba diyorum…
Eğer hiçbir şey bulamazsınız, özellikle mübadil çocuklarına, eski, yeni bütün mübadil, göçmen çocuklarına sesleniyorum, biraz uğraşarak, koşturarak, Ankara Yenimahalle’deki Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’ne giderek ya da telefonla, bilgisunar ortamında bilgi alıp başvurunuzu yaparak dedelerinizin, ninelerinizin tarihini biraz olsun aydınlatın diye sizlere sesleniyorum. Aile tarihinizi öğrenin, dahası öğrenmek zorundasınız… Unutmayın, geçmişini geleceğe, torunlarına taşıyanlar daha uzun yaşıyorlar!… İki, üç, dört, beş yüzyıl yaşama şansınız var!… Çevrenizde bu uzunlukta yaşayan aileler var! Unutmayın… Bu tarih hepimizin tarihi… Hepiniz, hepimiz, aile tarihimizi öğrenerek, uzun yaşayarak tarihimize katkıda bulunabiliriz…
Ekler:Şehâbeddin bin Yunus’un Tasfiye Taleb-nâmesi dilekçesi ve Karaferye- Ağustos Nahiyesinde Terk Ettiği Mallar