Annelik gazeteciliği nasıl alt eder?

Çook uzun zaman oldu, buradan konuşmayalı. Kente ve yaşama dair kâh mırıldanmalarımı, kâh haykırışlarımı paylaşmayalı…

Kayıp zaman nasıl telafi edilir? Bir zamanlar varsa eğer; derdine tercüman olduğun, kente ve insana dair aynı kaygıları, aynı idealleri paylaştığın birileri, onlara bunca zaman nerelerde olduğuna dair hangi mazereti ileri sürersin?

“Yazar” olmak, karabatak olmamaktır çünkü. Süreklilik ister. Gönül rızası ister. Kimi zaman yazıyla tek vücut olacak bir adanmışlık ister. Fikri takip ister. “Okur”la değiş tokuş ettiğin fikirleri zenginleştirmek ister…

Lakiiin… Yazı adına tüm bu sayıp döktüğüm gereklilikleri alaşağı edecek tek bir varlık tanıyorum: Çınar!

O da kim mi? Onun gelişini sadece bir yazımda haber vermiştim. Eh, o zamanlar eskaza yakalamış olduğum okurları akıp geçen zamana teslim etmişsem nereden bileceksiniz, Çınar kim, değil mi?

Çınar, benim oğlum. 1 Eylül 2009’da doğdu. (Doğum gününün Dünya Barış Günü olmasını özellikle tercih ettim.)

Anneciğini arayan Çınar

İlk ayların gaz sancısı, emme tutkusu, gece uyanmaları, sağlıklı gelişim konularıyla geceyi gündüze, gündüzü geceye bağlayan temposu yerini zamanla daha oturaklı, düzenli bir hayata bırakmış olsa da o hâlâ bir bebek. (Uzmanlar 0-2 yaş arasını bebeklik evresi olarak adlandırıyor.)

Benden ayrı geçirdiği zamanlar, ilk bebekliğine göre artmış olabilir. Ama mesela yanında ben yokken herhangi bir oyuncağına, bir çizgi filme dalmış giderken en fazla 10 dakika dayanabiliyor, annesinden ayrı durmaya. Evin başka bir odasındaki annesini “Anneee! Düüuugumm (Duygu’m)!” diyerek aramaya koyuluyor hemen. Bulduğunda da kollarını yukarıya kaldırarak, “anneye, tucağıma (kucağına), annediğime (anneciğime)” diye sıralamaya başlıyor en güzel laflarını. Gel de alma kucağına!

Geceleri ise ilk uykusu en fazla dört saat kesintisiz sürüyor. Sonraki uyanmaları sık oluyor ve tekrar uykuya geç dalıyor. Yanında illâki (ve haklı olarak) beni istiyor.

Haliyle bu tempo, gece herhangi bir yazıya oturmuş ya da gün içinde okuyamadıklarına zaman yaratmaya çalışan benim, yerimden defalarca kalkmama neden oluyor. (Bu vesileyle bir itirafta bulunayım: Kent-Yaşam için başlayıp da birkaç cümle yazdıktan sonra bu şekilde yarım bıraktığım çok yazım var.) Kimi zaman da onunla birlikte uyuyup kalmama…

Hayatını sadece ve sadece yazarak (gazetecilik yaparak) kazanan biri olmaya devam eden biri için bu ne demek, tahmin edersiniz: Zar zor bulduğu zamanlarda ancak iş için okuyup yazmak! Ve bunu yaparken yazıya olan sonsuz sevgisinden ödün vermemek.

Gazeteci anneler, annelik idmanına hazırlanır

Aman, yanlış anlaşılmasın! Çınar’lı yazı hayatımdan şikayet ettiğim falan sanılmasın. Bilakis; kendisine baktıkça içimdeki sevinç-sevgi dalgalarını coşturan, ne kadar söylesem de asıl istediğim sevgi sözcüklerinin bir türlü çıkmadığı hissini bende uyandıran bu küçük adamla hayata yeni baştan başlamaktan çok mutluyum. Yaptığımın şu olduğunu söyleyebilirim: Basit yaşamak, onunla birlikte en başa dönmek, her şeyi sıfırdan öğreniyormuş gibi hissetmek; bir yandan da onun beslenmesi, uykusu, fizyolojisi, psikolojisi, eğitimi gibi komplike konulardaki sorumlulukları eksiksiz yerine getirmek için kendimi 10 akademi gücünde donatmaya çalışmak…

Benim “akademide” çocuk yetiştirmek / büyütmek konusundaki bilgilere, sezgilere her gün yenileri ekleniyor. Öyle bir kerede okunup bitirilecek bir “okul” değil yani annelik; süregiden bir eğitimi var. O nedenle de her güne, beyninle ve bedeninle dinamik başlamanı istiyor senden.

Eh, bizim meslek de az buçuk benziyor bu duruma! (Yıllar önce Bekir Coşkun’un, gazetecileri fırıncılara benzeten bir yazısını okumuştum. Her gün taze ekmek yapmak zorunda olan fırıncılar gibi gazetecilerin işinin de her gün taze haber üretmek olduğunu anlatıyordu.) Her gün yeniden başlayan hayat / haber maratonda beynen ve bedenen koşturup dururken etrafta ne olup bittiğini de iyi kolaçan etmelisin. Uykusuzluğa, uzun saatler boyu ayakta kalmaya, beklemeye, sabra, beynini bir işe çok iyi konsantre etmeye, durmadan yeni şeyler araştırıp öğrenmeye açık olmalısın. Bu nedenle gazeteci annelerin, annelik idmanına yıllar içinde farkında olmadan hazırlandıklarını düşünürüm hep. “Gazeteciliği yapan, her işi yapabilir” diye bir vecizemiz vardır, kendi aramızda söylediğimiz. Bu cümleden hareketle, hem Çınar’a bakıp hem dergi gazeteciliği yapıp hem de kitap yazabilmiş olmayı, kendimi sıkı bir sınavdan geçirmek olarak addediyorum. (Oğlumun en güzel, en masum, eğitimi için en verimli çağlarını kaçırmamak için bir yaşını doldurduğundan beri ona kendim bakıyor, evden çalışıyorum.)

“Bir çocuk en büyük şeydir”

Ama ne kadar hazırlanmış olursanız olun, bir çocuk büyütüyorsanız diğer bütün sözler bunun yanında küçük kalır. Jean Jacques Rousseau, “Bir Çocuk Büyüyor” adlı nefis kitabının motto’sunda der ki: “Kim demiş ki çocuk küçük bir şeydir. Bir çocuk belki en büyük şeydir.”

“Annelik, dünyanın en zor mesleği” sözü, gazetecinin her işi yapabildiğine dair vecizeyi alt ediyor bu nedenle. Mesai saatleri de daha fazla; 24 saat mesai istiyor annelik sizden, üstelik de sevgiyle…

Burası benim anne-çocuk blog’um değil. Bu yazıyı sadece, Kent-Yaşam’da kente ve yaşama dair sözlerini söylemeyi epey ertelemiş bir yazarın fazla mesai raporu varsayın!

Anneliğe dair deneyimlerimi paylaşmak, hayata dair elekte elenip eleştiriye mazhar olacak nurtopu gibi gündemlerde buluşmak dileğiyle.

En yakın zamanda, yeniden…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın