Benim esnafım hâlâ bakkal kokar

Yaşam alanımın evin içinden sokağa doğru genişlemeye başladığı zamanlardı. Balçova’da iki katlı bir evin alt katında oturuyorduk. Evimizin bittiği yerde, bakkal dükkanı başlıyordu. Sokakla ilk olarak orada tanıştım; Ali Bakkal’da…

Ali Bakkal’a ilişkin ilk anımsadığım, alışverişe ekmek ile başladığım. İkinci sırayı, kapı önündeki kasalarda bulunan boş gazoz şişeleri alıyor. Haşarılıkta mahalle çocuklarının başını çeken ablamın, sanki içi görünmüyormuş gibi şişelere dürbün muamelesi yapması, gazoz artıklarında bal arıyan bir arının gözetlenmekten hoşlanmayarak ablama cevabını vermesi nedeniyle… Ablamın gözünün altında günlerce inmeyen şişlik, çocuk aklımı korkutmuştu. Kasaların önünden geniş bir yay çizerek bakkalın kapısına vardım, bir süre. Korkuyu atınca, keşif başladı.

Meğer ne zengin bir dünyaydı orası! Üst üste dizilmiş, içinde gofretlerin ve bisküvilerin bulunduğu cam kapaklı dolaplara, her seferinde mutlaka göz atar, denemediğim tür bırakmazdım. Sonra diğerlerine… Tezgahın üstünde duran çeşitli çikolatalara, sakızlara, şekerlemelere…

Birkaç yıl sonra sokağımızın üst tarafına, yeni bir bakkal dükkanı açıldı. Ömrünün sonbaharını yaşayan kuruşları 1 liraya tamamlayarak, oradan fıstık şekerlemesi, badem ezmesi alırdım. “Yok, yok” bakkaldı orası, sahibinin ifadesiyle.

Bakkal kokularına sonra yeni dükkan kokuları da eklendi. Yoğurdu ve sütü, illaki arka sokağımızdaki mandıradan alırdık. Oraya en çok da taze kaymak kokusunu içime çekmek için giderdim. Annem beni yaz öğle uykularına, az ötemizdeki Akkayalar Pastanesi’nden 2.5 liralık dondurma alma hayalleriyle yatırırdı. (O evden taşındıktan sonra, o pastanenin önünden geçmeye utanır olmuştum, Ömer Amca’nın teklifsiz dondurma ikramları nedeniyle.)

İbrahim Manav’a gitmek için biraz yürümek, evimizin önünden Ata Caddesi’ne çıkan yolun neredeyse sonuna gitmek gerekirdi ama olsun! Annem oranın yeşili has yeşil, dalları körpecik, tadı eşsiz yeşilliklerinden vazgeçmezdi. İtimat Kasap -kapanasıya kadar- babamın asla başka kasaplarla aldatmadığı dükkandı. Kıymayı yağsız mı istiyordu; bunu söylemesine bile gerek yoktu. “Bonfile” dediğinde, etin sinirsiz olacağını biliyordu. Hatta biz oradan Teleferik’e taşındıktan sonra bile ben, 20 dakikalık yürüme mesafesindeki İtimat Kasap’a gönderilirdim. Ama Teleferik’teki evde ailemizin manavı, babamın arkadaşı İbrahim Amca oldu ve biz Balçova’dan taşınana kadar da öyle kaldı.

Alışveriş dünyam Balçova’dan Kemeraltı’na doğru genişlediğinde yeni esnaf tanıdıklarım oldu. Kimi babamın arkadaşlarıydı kimi değildi. Alışverişte kandırılmamak, kaliteli ürün satın almak için esnafın illaki tanıdık olması gerektiği inancım yıkılmaya başlamıştı. Esnaf dürüst olsun, yeterdi. Bu yüzden bende, babamın arkadaşının oğlu Mustafa’nın, Irmak Geçidi’ndeki dükkanı Emre Kundura ile annemin şekercisi Ali Galip ve kuru kahvecisi Hüseyin Efendi ile Kesnapazarı esnafı arasında, güvenilirlik açısından fark yoktu.

Kestanepazarı, turşucuları, balıkçıları, bakliyatçıları ve ille de Ankara Peynircisi’ye, Kemeraltı alışverişimizin en renkli, caf caflı bölümüydü. Oradan aldığımız her ürünün kalitesinden emindik. Eve dönüş vaktinin yaklaştığını, Kemeraltı Turşucusu’nda içtiğimiz turşu suyundan anlardık. Annemin “kırtlama çay”ına eşlik eden akide şekerleri, mutlaka Ali Galip’ten alınmalıydı. Kırmızı, kavuniçi, sarı akidelerden, cam kavanozların kapakları açılınca tarçın, fındık, susam kokuları yayılırdı dükkanın içine. Annemin akşam çayının yanında bize verdiği yorgunluk ödülü olurdu, o pek kıymetli şekerleri.

Yeni bir alışveriş çağı!

Sonra ben büyüdüm, okulumu bitirdim, çalışmaya başladım. Kendi paramı kazanmak, alışverişte yeni keşifler çağını başlatıyordu benim için Benim de artık, anne-babamın esnaf porföyünden edindiğim dükkanlara ekleyecek yeni dükkanlarım olmalıydı. Kemeraltı’nın, Balçova’nın eski esnafını hep ayrı bir yerde tuttum. Sonra mesela Karşıyaka Çarşısı’nda Küçükavcı’nın kahvesini tanıdım, Peynirci Salih’in eşsiz tulumlarını, Çarık’ın kunduralarını… Ama bu, benim gözümdeki esnaf dünyası portresinin sadece bir bölümüydü.

Çünkü çocukluğum geride kalmıştı. Nüfus artmış, ürünler çeşitlenmiş, şehir büyümüş, yeni binalar yapılmış, o yeni binaların altında yeni dükkanlar açılmış, sonradan olduğu esnaflıkta dürüstlük dikişini tutturamayan onca insan, sadece para kazanma amacıyla işe girişmişti. Hepsinden önemlisi de, benim kuşağımın çocukluğunu yaşadığı 1980’lerin ilk yarısında tohumları atılan köşedönmecilik, kötü tüccarlık, hayata daha tam sirayet edememişti. Ama büyüdüğümde artık, para kazanmanın en önemli değeri olmuştu kötülük. -Her daim iyi kalanları ayrı tutarak- kurum ve kişilerin iliklerine işlemişti. Üretim aşamasındaki baştansavmacılık, satış aşamasında müşteriyi avlıyordu. Aldığım üründe arıza çıktığında değiştirmeye gidiyordum; kimi esnaf asık suratla karşılıyordu müşterisini, kimi değiştirmemek için kırk takla atıyordu, kimi ise itirazsız yeni ve sağlam bir ürün veriyordu.

Çocukluğumun dünyasındaki koşulsuz güvenilen, “O mutlaka iyisini satar” dedirten anlayışım yıkılıyordu. Demek ki bir Ali Galip’ler, Kurukahveci Hüseyin Efendi’ler, İtimat Kasap’lar, Ali Bakkal’lar, Ankara Peynicileri vardı; bir de ürününü satana kadar malını allayıp pullayan, malda arıza çıktı mı faturayı müşteriye kesen “esnafçıklar”…

Artık alışveriş yaparken daha temkinliyim. Örneğin satıcıya ya da dükkan sahibine, “Acaba hangisi daha iyidir” gibi sorular sormuyor, seçimi ona bırakmıyorum. Benim iç sesim ne diyorsa, ona kulak vererek alışveriş yapıyorum. Hediye alırken mutlaka soruyorum; “Üstüne olmazsa değiştirirsiniz, değil mi?” Ve çok zorda kalmadıkça, alıştığım, kalitesini bildiğim, güleryüzünü tanıdığım dükkanların dışından alışveriş etmiyorum.

Çünkü hâlâ burnumda; çikolatayla sabunun, pirinçle yoğurdun ve daha yüzlerce ürünün bileşkesinden oluşan, hiçbir atölyenin üretemeyeceği o eşsiz bakkal kokusu var.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın