Sarıkamış faciasından tam 104 yıl sonra...
Çok zor bir süreçten sonra, hayatımın önemli kararlarından birini vermiştim, artık emekli olacaktım. Eşim dahil tüm aile karşı çıkmıştı, ama kararlıydım. Artık sivil yaşama geçmek istiyordum. Yıllardır özenle içimde sakladığım, yaşattığım tasarılarım, hayallerim vardı ve buna hiç bir şeyin engel olmasını istemiyordum. Kasım ayı gelip çatmıştı, özenle hazırladığım emeklilik dilekçemi vermiştim.
İlkbahardan beri çok yoğun operasyonlar yapmıştık ve şimdi olağan kış durgunluğu ve toparlanma sürecine girmiştik. Bulunduğumuz bölgede kış mevsimi çok soğuk ve uzun sürüyordu. Kış süresince arazide kalıyorduk ve genellikle küçük çaplı arazi taramaları ve önceki hikayelerimde bahsettiğim köy uygulamaları yapıyorduk.
Tabur komutanı olarak, son iki yıldır hep birliğimin başında, arazide kalmıştım. Emeklilik dilekçemi vermiştim, Ocak ayı başında izinli olarak ayrılacak ve evimizi taşıyacaktık. Alanya'ya yerleşmeye karar vermiştik. Deniz kenarında yaşamak ve uzun yıllar ev taşımamak fikri hayallerimi süslüyordu.
Bölge komutanımız, "Artık emeklilik için hazırlık yapmalısın, yavaş yavaş yardımcına görevi devret" demişti, ama yine de ağırlıklı olarak zamanımı arazide geçiriyordum. Ancak haftada 2-3 günü garnizonda geçirmeye ve hazırlık yapmaya başlamıştım.
Kasım ayı ortalarında bir sabah saati ivedi karargâha gelmem istendi. Arazideki yardımcım Ahmet Binbaşı'nın da çağrıldığını yolda öğrendim. Toplantı taburun yeni görevine ilişkindi. Tabur Sarıkamış - Bingöl arasında bir bölgeye operasyon için görevlendirilmişti, görev süresi belli değildi ve 24 saat içinde intikal edilmesi isteniyordu.
Kış ortasında bu intikal emri hepimizi şoke etmişti. Toplantı sonunda, bölge komutanımız, "Aydoğan, sen emekli olacaksın, taburu süratle hazırlayın, ama Ahmet Binbaşı götürecek" dedi. Dışarı çıktık, Ahmet Binbaşı ile ayaküstü bir şeyler konuştuk, "Sen git birliği toparla, merkeze getir, ben buradaki hazırlıkları koordine edeyim" dedim.
Son derece huzursuz olmuştum, iki yıldır gece gündüz birlikte çalıştığım arkadaşlarım zorlu bir göreve gidiyordu ve ben iki üç ay sonra emekli olacağım için onlarla olamayacaktım. Sanki yol arkadaşlarımı yarı yolda bırakmışım gibi hissediyordum ve bu his boğazıma bir yumruk gibi oturmuştu.
Hayır, benim istediğim veda bu değildi. Birliğimle gitmeli ve son güne kadar yanlarında olmalıydım, gerekirse emekliliği bir yıl ertelemeliydim. Bölge komutanımı ikna etmem zor olmadı, gözlerim dolu dolu, nedenlerimi heyecanlı cümlelerle arka arkaya sıralamıştım. Beni iyi tanırdı, ikna edilmemin yolu yoktu, emir verebilirdi tabii ki, ama o da duygulanmıştı ve "Pekala, hadi git hazırlan bakalım" dedi.
Kısa süreli, ama olağanüstü bir hızla birliği yıllardır görev yaptığı bölgeden toparladık, kışlaya döndük ve kış şartlarına göre yeni teçhizat ve malzemelerle hazırlıklarımızı tamamladık, ertesi gün sabaha karşı da kışladan hareket ettik. Yeni bölgemize yerleştikten kısa süre sonra, küçük çaplı operasyonlar ile bu bölgeye uyum sağlamaya başlamıştık. Bizim gibi çevre ilçelere çok sayıda tabur getirildiğinden bahsediliyordu, ama henüz resmi bir bilgi değildi.
Havalar iyice soğumuştu, kar yağışı ve tipi günlerce sürüyor, yağış olmadığı zamanlarda dondurucu rüzgar etkili oluyordu. Aktif operasyon ve nöbetçiler hariç, birlikleri jandarma karakollarında barındırıyor, ısıtıyor ve dışarıdaki birliklerle vardiyalı değiştiriyorduk. Büyük çaplı bir operasyon için getirildiğimizi düşünmüştük, ancak henüz bir işareti yoktu.
Bölgeye geleli yaklaşık on gün olmuştu. Gece saatlerinde gelen bir mesajla ertesi gün tabur komutanlarının helikopterle alınacağı ve bölge operasyon merkezinde toplantıya katılacağı bildirilmişti. Belirtilen saatte gelen helikopterle toplantı merkezine götürüldüm. Kalabalık bir toplantıydı, çevre bölgeden gelen çok sayıda tabur komutanı vardı.
Beklenen büyük çaplı operasyonla ilgili harekât planlarını ve gerekli talimatları aldıktan sonra akşam üstü aynı helikopterle birliğime geri bırakıldım. Bana bağlı birlik komutanları merakla bekliyordu. Hemen jandarma karakolunda bir odaya geçerek toplandık. Bize iletilen görevleri arkadaşlarıma ilettim.
Operasyon yapacağımız bölge, gerçekten beklediğimiz veya tahmin edebileceğimiz bir yer değildi. Bölgenin en yüksek sıradağlarından oluşan bir zirve aşılacak ve diğer taraf yamaçlarında bulunduğu değerlendirilen terörist sığınaklarına baskın tarzında bir operasyon yapılacaktı. Edinilen istihbarata göre, terör örgütü kış aylarında bu bölgeye asker gelmediğini biliyor ve burada kışı geçiriyormuş. Gerçekten de bu kış şartlarında o zirveyi aşmak hayal ötesi bir durumdu.
Operasyona hazırlık için üç günlük süremiz vardı. Birlikleri zorlu bir yürüyüş için dinlendirdik, kar yürüyüşü için hedikler dağıttık ve donma tedbirleri ile ilgili derslerimizi tekrarladık. İç kıyafetleri takviye ettik, yedekli çoraplar dağıttık ve ayaklar terlerse mola esnasında çoraplarını değiştirmelerini hatırlattık.
Bu arada subaylara kış harekâtlarıyla ilgili talimname ve eski kitaplara tekrar göz gezdirmelerini söyledim. Bu eski kış harekâtı kitaplarında "katırların harekâtta kullanılması" konusu Alpay Yüzbaşı'nın dikkatini çekmişti. "Bölgeden bulmaya çalışacağım" demişti. Kısa süreli bir arama sonrasında jandarmanın da yardımıyla her bölüğe 3 - 4 tane düşecek şekilde katırlar edinmiştik.
Bu katır takviyesi gerçekten yaptığımız en akıllı iş olmuştu. Belki can kurtarmış ve çok önemli malzemeleri nakletmemizi sağlamıştı. Katırların küfelerine yüklediğimiz portatif jeneratörlerle tükenen tüm bataryaları şarj edebilmiş ve irtibatı kesintisiz devam eden tek birlik olmuştuk. Ayrıca yedek kıyafet, teçhizat ve gıda ile intikal esnasında aşırı yorulan personelin sırt çantaları, katırlar vasıtasıyla kolaylıkla taşınmış ve birliklere çok büyük katkıları olmuştu. Sonrasında bu katırların hikayesi bölgede çok konuşulmuş ve birliğimize büyük bir itibar katmıştı.
Operasyon günü gelmiş çatmıştı. Hava durumu günlerce önceden incelenmişti ve önümüzdeki üç dört gün yağış görünmüyordu. Gerçekten yürüyüşe başladığımız akşam saatlerinde hava yağışsızdı, ama rüzgar sertti ve dondurucu bir soğuk vardı. Operasyonun yönünün belli olmaması için intikal geceye planlanmıştı. Zirve bulunduğumuz yerden 10 kilometre kadar, ama çok dik bir tırmanışı gerektiriyordu. Sabah saat 03.00 civarında geçebileceğimiz hesaplanmıştı. Ertesi gün saat 07.00 civarında hedef bölgeyi kuşatmamız gerekiyordu.
Zirve yolunu yarıladığımız ana kadar her şey planlandığı şekilde gitmişti. Arazi gittikçe dikleşiyordu, buraya kadar genellikle hafif bir yamaç tarzındaydı. Süratli ilerlemiştik, ancak soğuk nedeniyle henüz terleme yoktu, ayağı aksayan yoktu. Rüzgar nedeniyle yüz ve yanak bölgeleri uyuşmaya başlamıştı. Askerlerin çoğu kar maskelerini yanaklarını örtecek şekilde kapatmışlardı. Genellikle birliklerin durumu çok iyi görünüyordu.
Burada yaptığımız kısa süreli moladan sonra, öncü durumundaki, en uçta ilerleyen komando bölüğümüze sürati biraz düşürerek ilerlemeleri talimatını verdim. Kar artık daha kalındı, buzlanma başlamıştı ve süratli ilerleme imkanı kalmamıştı. Arazi maki kaplıydı ve patikalar azdı, ilerlememiz güçleşmişti. Süratimiz düştükçe soğuk daha çok etkilemeye başlamıştı.
Öndeki komando birliğinden gelen haberler, şartların her dakika ağırlaştığını gösteriyordu. Rüzgar şiddetini artırdığı için, yağış olmasa da yüzeydeki karı havaya kaldırıyor, kamçı gibi yüzümüze vuruyordu. Yamaç artık tamamen dikleşmişti, her yer kar kaplıydı ve kardan görünmeyen çukurlar ve boşluklar nedeniyle düşmeler artmıştı. Makiler azalmış ama kayalıklar artmaya başlamıştı.
Komando birliği bu yoldan ilerlemenin çok zor olacağını belirtti ve yanlardan yeni bir ilerleme yolu keşfetmek için zaman istedi. Birlikleri bu vaziyette durdurmanın çok tehlikeli olacağını biliyordum, yavaş tempoda da olsa zıplayarak da olsa, ağır ağır ilerlemeye devam ettirdim. Birlikler arazi bitkisi azaldığı için yatay olarak birbirlerinin yanına doğru ilerlemeye devam ettirdiler.
Komando bölüğü katırları öne sürerek birkaç koldan keşif yapmıştı. Katırlar içgüdüleriyle tehlikeli istikamete gitmemekte direniyorlardı. Komando timlerinden birisi daha önce kullanılmış bir patika bulmuştu. Kar kaplı olsa da kalın bir çizgi şeklinde yol izi belli oluyormuş. Katır da ürkmeden bu patikada ilerlediği için bu yeni yoldan, yani ilerlediğimiz doğrultunun 200-300 metre kadar soluna doğru yönlendik ve yarım saat kadar biraz daha hızlı yol alabildik.
Ancak aniden başlayan tipi durumumuzu tamamen bozdu. Göz gözü görmüyordu. Birlikler içerisinde kopmalar başlamıştı, telsizlerden önünde yürüyeni kaybettiğini belirten mesajlar artmaya başlamıştı. Bir askerin ayağı yaralanmıştı ve yürüyemez halde olduğu bildirilmişti. Birlik komutanı bir katıra bu askeri yüklediğini ve emniyetini sağlayacak 10 kişilik bir timle geri gönderdiğini bildirmişti.Yürüyemeyen her asker hızı kesiyor, emniyeti için 10 kişinin daha eksilmesine neden oluyordu.
Bölgedeki diğer taburlardan da, telsizlerde durumun gittikçe kötüleştiğine dair konuşmalar artmıştı. Bir tabur komutanı operasyonun derhal iptal edilmesini teklif etti ve aksi takdirde yeni bir Sarıkamış faciasının yaşanacağını söylemişti. İlk defa o anda, Sarıkamış Şehitlerini gerçekten içimde hissetmiştim.
Emrimdeki bine yakın askerin sorumluluğu soğuktan daha beter içimi dondurmaya başlamıştı. Yer ve mesafe tahminlerimiz tamamen kaybolmuştu. O anda bildiğim tüm talimat ve kuralları devre dışı bırakmaya karar verdim. Bu havada orada terör tehdidi yoktu, ama ölümcül bir soğuk tehdidi vardı. "Teröriste göre kademeli ve sıçramalı ilerlemeyi derhal bırakın" diye emir verdim. En önden en arkaya kadar tüm birliğin el ele tutuşmasını kimsenin açıkta kalmamasını söyledim.
Bir yandan ilerlemeye devam ederken hepimiz bir önümüzdeki askerin ellerini tutarak güven ve güç vermeye çalıştık. Kısa sürede irtibatsız hiç kimsenin kalmadığı bilgisini aldım. Yürüme güçlüğü olan tüm erlerin çantaları katırlara yüklenerek ve zaman zaman değiştirerek, daha yavaş ama güvenli ilerlemeye başlamıştık.
Ellerim ve ayaklarımın donmak üzereydi, yüzüm ve ağzım tamamen uyuşmuştu. Telsiz anonslarına cevap vermekten ağzımı tam koruyamıyordum. Düşenler nedeniyle tüm birlik sık sık duruyordu, bu kısa molalar yorgunluğumuzu almıyordu, ama birliği toparlıyordu. Hiç kimseyi bırakmama korkusu ile beklerken donup kalma korkusu beynimde yarışıyordu.
Evet, şimdi Sarıkamış şehitlerini tam içimde hissediyordum, o askerler işte böyle çaresizlikten donup kalmışlardı. Telsizden, bir dakikadan fazla oturmayın diye devamlı anons ediyordum. Düşeni çekiyorlardı, katırda boş yer varsa üzerine yatırıyorlardı. Aslında içlerinde 40 yaşlarında olan bendim ve en çok zorlanan da bendim, yorgunluktan bitmiştim, ama hiç kimseyi kaybetmeden birliğe zirveyi aşırma dürtüsü sanırım beni ayakta tutuyordu.
Yaklaşık iki saat kadar bu tipi şartlarında, her saniye ölüme daha yaklaştığımızı ve artık son dakikalarımızı yaşadığımızı zannederek ilerledik. Samimi olarak söylüyorum, bir ara hiç umudum kalmadı, içim uyumaya başladı. Bedenimi tuhaf bir mutluluk sarmaya başlamıştı ve "Bir saat uyusam" diyordum, "Nasılsa gençler beni kurtarır" diye hayal ediyordum. "En kötü ihtimalle sabaha kadar donmayız herhalde, sabah helikopterle gelir kurtarırlar" diyordum.
Zaman kavramı gitmişti, ayakta yarı uyuyarak yürüyordum. Telsize yanıt vermeyince yanımdaki asker uyarıyor, biraz kendime geliyor ve yanıt veriyordum. Aklımda hep Sarıkamış Şehitleri vardı ve daha önce hiçbir olay için böyle empati yaşamamıştım. Onları iliklerime kadar içimde hissediyordum ve bir ara sanki aramızdalarmış gibi illüzyonlar görmeye başlamıştım. "Sakın durmayın" sesleri kulaklarımda çınlıyordu.
***
Şimdi bunları yazarken, ne yaparsam yapayım, o gece yaşadıklarımızı ve hissettiklerimi kelimelerle anlatmama imkan yok, kalemim buna yeterli gelmez. Böyle bir korku ve sızı asla anlatılamaz, ancak yaşanırsa anlaşılabilir. Benim dileğim böyle bir süreci, hiç kimsenin asla yaşamamasıdır.
***
Zirveyi aştığımızı bile fark edememiştik, öndeki askerlerin yokuş aşağı yürüdüğünü fark etmesiyle zirveyi geçtiğimizi anlamıştık. Bu haber umutları artırdı tabii, ama lanet olası tipi hala aman vermiyordu. "Sakın birbirinizi bırakmayın" diye ısrarla talimat veriyordum, bine yakın asker elele buraya kadar kopmadan gelmiştik.
Zirveyi aşmamızdan yaklaşık yarım saat kadar sonra tipi bıçak gibi kesildi. Soğuk hala çok keskindi, ama biz bu ölüm yokuşunu geçmenin mutluluğu ile soğuğu hissetmiyorduk.
Gece 03.00'te geçmemiz planlanan yere vardığımızda saat 10.00'u geçmişti. Yaklaşık 14 saatlik bir ölüm kalım mücadelesi yaşamıştık. Tek tesellim kimsenin kaybolmaması veya donmamasıydı.
Komando bölüğünün emniyetimizi sağladığı kuytu bir bölgeye çekildik ve bir saat kadar dinlendik, kıyafet değiştirdik, kahvaltı yaptık. Herkesin yüzü kar yanığı nedeniyle simsiyahtı ve dudaklarımızdaki çatlaklar kanlanmıştı. Kendimi katırları severken bulmuştum. Hala bu hayvanları çok severim ve onların varlığına içimden büyük bir saygı duyarım.
Toparlandık ve usule uygun dizilişle hedefe doğru ilerlemeye başladık.
"Operasyonun devamında ne oldu?" derseniz... Benim gibi boş verin derim. Benim hatıralarımda sadece o amansız gece, kahraman askerlerim ve katırlar kalmış. Gerisi teferruat...