Balkonum bir parka, "Güngör Dilmen Parkı"na bakıyor. Bu eve taşındığım zaman, balkonuma büyük bir görüş zenginliği katan bu parka ismini veren yazarı tanımıyordum. Merak ettim ve internette baktım, ünlü bir oyun yazarı; kulak aşinası olarak hatırladığım "Midas'ın Kulakları" eserinin yazarı olduğunu öğrendim.
Balkonum yaşantımın önemli bir parçasıdır. Zamana yayarak, gözümü tırmalayan çirkinlikleri yok etmeye çalışırım. Başlangıçta, kendi bahçemi toparlamıştım, zaten bir gül ve nar ağacı vardı. Simetriye dikkat ederek, birkaç çeşit çiçek ve Aloe Vera bitkileri ektim, bir de "zeytin arazilerini yok etme girişimleri başladığında", protest bir ruhla bir zeytin fidanı ektim.
Kalan toprak boşluklarını kaplaması için de, "Fare Kulağı"na benzeyen bir bitkiyi arkadaşımın bahçesinden alarak, tüm alanın yemyeşil bir halı gibi görünmesini sağladım. Duvarlar da bakımsızdı, biraz onardım ve boyadım. Bu işleri yaparken, birçok komşuyla da doğal olarak tanışmış, bazılarıyla samimi olmuştum. Bilirsiniz, herkes bahçe yapmaya heveslidir ve herkesin bu konularda fikri de vardır.
Balkonumu gün geçtikçe ve çirkinlikler azaldıkça daha fazla seviyordum. Ama gözüm rahat durmuyor, yan ev bahçelerine de takılıyordu. Sol yanımda ki bahçenin bir zamanlar bakımlı olduğu belli oluyordu. Bahçede budanmayı bekleyen çeşitli güller ve bir portakal ağacı vardı. En dikkatimi çeken, bahçe duvarı üstüne muntazam aralıklarla yapıştırılmış saksılar ve içlerinde bakımsızlıktan ölmemek için direnen, "sardunya" olmuştu. Saksıları çatlamış, bir tanesi tamamen dağılmak üzereydi.
Sardunyaların kuru, kalın dalları direniyor, üzerlerinde tek tük yeşil yaprakları barındırıyordu. Zemin katta oturan çok yaşlı, yürümekte zorlanan ve beli hafif bükülmüş bir kadın, her sabah elinde bir sulama kabıyla bu eski ve yaşlı saksıları düzenli olarak suluyor, ne dediğini duyamadığım bir şeyler mırıldanıyor, daha sonra sokak kedilerine mama verip evine dönüyordu. Birkaç kez apartmanda oturan kişilerin onunla yüksek sesle konuştuklarını ve selamlaştıklarını görmüştüm, kulakları az işitiyordu. Ama kıyafetleri, eldivenleri ve şapkalarıyla haza bir hanımefendiydi. Bizlerin tabiriyle, tam bir Cumhuriyet kadını olduğu o kadar belliydi ki.
Kısa bir süre sonra, bir sabah çiçek sulamaya çıktığında bu yaşlı kadının yanına gittim. Başıyla beni kibarca selamladı, ben de onu selamlayıp nezaketen birkaç şey söyledim. Verdiği yanıtlardan beni duymadığını anlamıştım. Bu saksıları ölen eşinin yaptığını, onun zamanında çok güzel çiçekler açtığını, eşi öldüğünden beri çiçeklere baktığını ama bir türlü çiçek açmadıklarını anlattı. Çiçekleri göstererek, nasıl düzelebileceklerini anlatmaya çalıştım. Anlamadı, ama beni hayranlıkla izlediğini, bahçeye yaptıklarımı gördüğünü nezaket dolu sözcüklerle anlattı. "Bunlar yeniden açar mı?"derken, o kadar güzel bakmıştı ki, bana zaten yetmişti. Eşinin sevgiyle ektiği ve baktığı bu çiçekleri yaşatamamak, onu çok etkilemişti. Sanki tekrar açsalar, eşinin bunu göreceğini ve mutlu olacağını hissettirmişti.
Çok fazla çiçek bakımı bilgim yoktu, benim çiçeklerle ilişkim bakım ve sevgiye dayalı bir ilişkiydi. Teyzenin saksılarına baktığımda, içlerinin aşırı su nedeniyle yosunlandığını görüyordum zaten. Büyük bir hevesle teyzenin saksılarını onarmaya başladım. Önce alçıyla kırık yerleri kapladım, tıkanmış su tahliyelerini matkapla yeniden açtım, toprağı takviye ettim, kurumuş dalları temizledim. Kırmızı toz boya aldım ve tüm saksıları boyadım. Görüntüleri güzel olmuştu, tüm bunlar olup biterken onun ara sıra pencereden baktığını hissediyordum. Boyama işlemi bittiğinde şöyle karşılarına geçip mutlulukla yaptığım işe bakarken pencereyi açtı ve gözlerinde yaşlarla, bana minnet duygularını dua sözcükleri eşliğinde iletmeye başladı. Çok duygulandım, benim de gözlerim doldu. Onun duymadığı, "Önemli değil teyzem" tarzında birkaç şey söyledim sanırım.
O günden sonra her gün selamlaşmaya başlamıştık. Sardunyaların yaprakları kısa sürede serpildi, sıklaştı ve bir ay sonra, oluşan tomurcuklardan kıpkırmızı çiçekler fışkırmaya başladı. Onun zaman zaman balkonda, gözleri dolu dolu ölen eşine hitaben konuştuğunu duyuyordum, bir de saksıları sularken onlarla konuştuğunu.
Bir yılı aşkın süredir devam eden bu dostluğumuza rağmen hala ismini bilmiyordum, ama sevgimize karşılık veren sardunyalar sayesinde, o benim teyzemdi artık. Balkonda otururken, yanımda torunum Zeynep varsa, komşumuz bu yaşlı hanımı gördüğün de, "Bak dede senin teyzen" diye beni uyarmayı unutmuyordu.
Bir süre önce kapım çalındı, açtım, komşu teyzeyi elinde bir poşetle kapıda gördüm. "Buyurun teyzeciğim" dedim hemen, "Size bir hediye getirdim" dedi, elindeki poşeti uzattı. Ben "Ne lüzum vardı?" falan gibi bir şeyler söylemeye çalıştım, O beni duymadığı için, konuşmasına, "Bu kitap benim rahmetli eşimin yazdığı bir kitap. Çok sevdiğinizi gördüğüm torununuz için getirdim. Okumayı bilmiyordur, lütfen ona siz okuyun" diye devam etti. Uzattığı poşeti aldım, nezaketle elimi sıkarak ayrıldı.
Kitabı poşetten çıkardım, çevirip kapağına baktım. Kitabın adı "Mavi Orman"dı, yazarı da "Güngör Dilmen"...