Sonbahara rengini veren
Yazar: Raşel Rakella Asal
Temmuz ayının bir günü. Torunuma oyun olsun diye canlı küçük balıkları deniz suyuyla doldurmuş kovaya koymuştum. Eve varana kadar oynaşan balıklarla dolu bir kova dolusu deniz suyu ile güneş ışığı da taşımıştık eve. Deniz, gökyüzü, güneş... Şimdi hepsi belleğimde silik bir leke...
Nerede o kumların üzerine sıralanmış şezlonglar... Üzerine uzanmış güneşlenen yazlıkçılar. Güneşin altında kumların üzerine serilip kızaran, denize girip ıslanan gençler... Plastik masalarda için için bardak bardak yudumlanan meşrubatlar. Sulara sarkıtılan, sularda birbirine dolanan çıplak ayaklar... Kısacık, kaçamak öpücüklerle, alev alev yanan yürekleriyle sahil boyu yürüyen sevgililer? Nerede o dalgaların kumları yalayışı? Bahçede geçirilen aylak saatler? Nerede o rahat rahat oturmanın, havadaki güzel kokuyu solumanın keyfi? Bir iki tembel bulutun oyalandığı boş gökyüzü... Nerede o özgür doğanın koynunda yavaş yavaş bir o yana bir bu yana sallanan salıncakta sıcak yaz öğlelerinin gevşetici rehaveti...
Kıyılardaki tatil beldeleri, okulların açılmasıyla tenhalaşmaya başlar. Arkadan gelen yağmurlarla birlikte emekliler de bir bir terk etmeye başlarlar kıyıları. Artık haldur huldur bir plajdan ötekine koşuşturan insanlar yoktur. Onlarla beraber turistik işletmeler de kapılarına kilit vururlar. Beldelerin bütün gürültüsü, evleri, avluları da bütün takım taklavatıyla uzaklarda kalmıştır artık; yokturlar.
Uzak ülkelere doğru yol alan göçmen kuşlar başımızın üstünden geçerken mevsim güzdür. Güz hüzün zamanıdır. Hafif esintili bir havada kuşların gidişine sizin de benim gibi canınız sıkılmaz mı? Şöyle onlara "Durun, nereye gidiyorsunuz?" diye peşlerinden bağırarak koşasım gelir. Mevsim güzdür. "Durun durun, aceleniz ne?" diye onları tutasım gelir. Yersiz yurtsuzluğun nasıl bir tedirginlik olduğundan dem vururlar bana. Her yerde misafir gibi hissetmenin verdiği köksüzlük duygusuyla belki iki damla gözyaşı dökerler benimle birlikte. Güneşin eski sıcaklığı yoktur. Her şey bulunduğu halden çıkıp başka bir hale girmiştir sanki biraz kaymıştır yerinden her şey, biraz oynamıştır.
Güz ayrılıktır. Hüzün taşır. Yazlıkçılar kepenkleri kapatıp gitmişlerdir. Bahçede gözden çıkarılmış birkaç eski sandalye, bir ferforje mermer masa ve taşımaya değer bulunmayan birkaç kırık dökük eşyadır kalan.
Güz ayrılık zamanıdır. Terminallerde sarılıp sarılıp gidenler... Sıcak topraktan, dal yaprağından, yaz aşkları sevgililerinden ayrılmışlardır.
Tatil beldelerinde hüzündür güz. Bir hasretlik kokusu düşer yüreklere. Günlerin kısaldığı bir eylül akşamı içinize bir boşluk duygusu çöküverir. Bir tek yerel lokantalar açık kalır sonbahar kış ayları boyunca. Gürültü patırtı, kalabalık, cümbüş artık bitmiştir. O baş döndürücü hayat suskunlaşmıştır. Mavilere kuşanmış, ılık bir sonbahar sabahı kıyılar sakin, dingin hayatına kavuşmuştur. Yöre halkı da kabuğundan ortaya çıkmaya başlar yavaş yavaş. Başka bir mevsime ait görüntüler yer almaya başlar. Saklanan güneş gibi.
Buzdolabının fişini çektim. Bavullarımı topladım. Pencereleri gözden geçirdim. Hepsi kapatılıp çengellenmişti. Yazlık evimin perdelerini çektim. Elektriği şalterden indirdim. Suyu ana vanasından kapattım. Sonbaharla birlikte kuruyan arsız sarmaşığın yaprakları bahçenin ortasına dökülmüşler. Sonbahara rengini veren bu uçuşan yaprakların hışırtısıdır. Yaprakları artık süpürmeye gerek kalmamıştı. Varsın bahçenin her yerinde uçuşsunlar. Sokak kapısını sürgüledim.
Sayfiye evimi kapattım. İzmir?deki evime geri döndüm. Kışlık evimde gereksiz eşyaların hepsi var şüphesiz. Sadece gerekli olan şey eksik. Sayfiye evimdeki kocaman gökyüzü parçası.
Tatil beldelerinde sonsuz bir dinginlik ve huzur egemendir artık. Birkaç balıkçı teknesi tembel tembel açık denize doğru ilerler. Deniz, en durgun haliyle, terk edip giden yazlıkçılara son cilvesini yapar. Bizleri bir kez daha yüzmeye davet etse de maalesef bu davetkâr çağrıya pek az insan rağbet eder. Kentlere geri dönme telaşı yüzünden denizi de unutur oluruz. Suyun üzerine dupduru bir sessizlik çöker. Zaten cafeler, restoranlar da sandalyelerini ve masalarını toplamaya başlamışlardır. Oteller ve pansiyonlar iş yapabilme umuduyla bir süre daha açık kalacaktır. Sonra onlar da bir kez daha yaz sezonuna kadar kilitlerini vuracaklardır. Ne de olsa, artık sonbahardır. Sonbaharın arkası kıştır.
İşte her şey bu kadar. Hepi topu iki, üç ay. Kıyıları ve koyları dolduran, yeşili yok ederek betonlaştıran, tarım arazisi, zeytinlik, çamlık, ormanlık yer bırakmayan bütün yazlık evler, bahçeli evler, siteler, çok yıldızlı, az yıldızlı oteller, tatil köyleri, pansiyonlar. Hepsi hepsi iki ay dolup sonra boşalır, bütün bir kış sezonu boyunca bomboş kalır. Bütün evler ve binalar hiç olmadıkları kadar grileşecektir. Ne gözleri, ne kulakları, ne sesleri kalacaktır. Artık bize hiçbir şey anlatmaz olacaklardır. Sanki bir perde inmiştir. Renkler farklı, kokular farklı, nesnelerin içimizde yarattığı duygular farklıdır.
Sonra bağlar, bahçeler, bostanlar günlerce ölçülüp biçilir, ak kâğıtlara kara yazılar yazılır yabancı adamlar tarafından. Sonra da kamyonlar dolusu kazmalı kürekli işçiler gelir. Nasırlı ellerinde çekiçler, balyozlar, kazmalar, testereler... Gürül gürül işleyen, toprağı yarıp altüst eden, ağaçları kökleriyle birlikte söküp deviren, önüne katıp yaprak gibi sürükleyen kocaman tekerlekli garip araçlar da gelir. Gürültüleri günlerce yeri göğü tutar. Dağ gibi demir çubuklar, keresteler, çimento torbaları yığılır dört bir yana. Sonra? Günler boyunca tuğlalar taşınır, harçlar karılır, duvarlar örülür. Yükselen duvarların çatıları hızla kapanır. Yapılar yükseldikçe yükselir. Temellerini toprağın derinliklerine öylesine gömerler ki ancak güçlü bir deprem ya da canavar ağızlı bir kepçe koparabilir köklerini.
Yıkıla yıkıla her gün biraz daha elimizden giden tatil beldelerimiz... Hepsi de turizm için, rant için. Ne çok gözü kara, ne çok acımasız insan doğası. Uçları keskin bıçaklar gibi sivriltilmiş, avının üzerine atılmaya, onu yaralamaya, incitmeye hazır bekleyen, bir an önce bir burgu gibi dele dele kıyı şeridini oymakta hiç sakınca görmeyen insanoğlu. Acı, ağlamaklı bir sızı dolanıyor içime. Yalnızlık gibi bir duygu bu.
Arkadaşlar arasında söyleniriz. Ama ne söylenmek! Mimar arkadaşlarımızla uzun tartışmalara gireriz. "Bu beldeler böyle rezil edilmemeli. Ne hakları var efendim?"? Oturur konuşuruz, herkes kafasındaki plana göre beldeyi biçime sokmaya kalkar. Tartışma sürer gider. "Neden yazmıyorlar, neden gürültü etmiyorlar?" diye, insanlara çatarız. Bir süre gazetelerde, dergilerde "İmar meseleleri" üzerine yazılar görülür. Sonra yavaş yavaş her şey eski haline döner.
Ve sonbahar nihayet gerçekten gelir. Tabiat tüm görkemiyle ortaya çıkmıştır. Arabaların işgalinden kurtulan sokaklarda rahatça çevrede dolaşma şansı yakalarsınız. Bu yazlık kıyı beldelerine ya sabah kahvaltısı ya da hiç azalmayan bir iştahla nar gibi kızartılan veya mangalda pişen balıkları yemek de pek keyifli gelir tatil günlerinin ziyaretçilerine.
Ve sonbahar nihayet gerçekten gelir. Hava rüzgârın serinliğiyle ve değişen sesiyle dolar. Yapraklar, henüz kuru yapraklar değilken, kuru bir sesle hışırdar. Rüzgâr kıpırtısız nesnelerin üzerinde ıslık çalar, bir yere bağlı olanları sarsar, oynak nesneleri sürükler.
Nihayet sonbahar, baştan aşağı soğuğa ve grilere bürünerek çekilir. Şimdi bir kış baharındadır sıra. Her şeye yapışan bir tozdur bu. Soğumuş meltem kış soğuğunu duyumsatır. Ah! Öyle acı bir kayıtsızlık vardır ki bu günlerde. Herkes sokaklarına, evlerine; herkes perdelerinin ardına, herkes kendi dünyasına çekilir. Çünkü sonbahar varlıklardan önce içimizde başlar. Çünkü sonbahar, doğası gereği her şeyin sonunu hatırlatır. Yakıcı yaz bitmiştir, ilkbahara daha vardır. Sonbahar, kışı tarif eder bize. Göğün yücelerinde. Gerçekten de yaşadığımız sonbaharın sahip olduğumuz son sonbahar olduğunu anlarız.
Şimdi kıyılar, aşırı kalabalıktan ve hor kullanılmaktan kirlenen, zarar gören yerlerini onarmaya, yaralarını sarmaya başlayabilirler. Bir dahaki sezonun hücumuna kadar doğa hâlâ yapabiliyorken kendini yenileyebilir. Yaz bitti.