Kalıcı demokrasi kültürü 15
Yazar: Oğuz Adanır
Gerek tek tanrılı dinler gerek başka inanç sistemleri kibir, gurur, haset, ihtişam, israf, vs gibi duygu ve davranışları binlerce yıldan bu yana mahkum ettikleri halde sözcüğün gerçek anlamında insana yakışmadığı söylenen bütün bu ve başka duygu ve davranış biçimleri varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşler ve bundan sonra da sürdüreceğe benzemektedirler. Bu durumda tek tanrılı dinler ya da diğer inanç sistemlerinin güçsüz, insanlar üstünde sanıldığı kadar etkili olamadıklarını mı kabul etmek gerekir?
Örneğin günümüz dünyasında şiddet ve terör uygulamalarıyla ön plana çıkan, tüm dünyaya korku salan bir İslamiyet'in mahkum ettiği tüm duygu ve davranışlarla bu toplumları oluşturan Müslümanların pek çoğunda karşılaşılmıyor mu? Oysa tüm inanç sistemleri çağlar içinde değişime uğrarlar, hiçbir inanç sistemi ilk ortaya çıktığı anda sahip olduğu özellikleri sonsuza dek koruyamaz. Zaman içindeki uygulamalar bunun kaçınılmaz bir gerçek olduğunu kanıtlamasına karşın ısrar ve inatla yanlış bilinç ya da bilinçsizlik örneği yıkıcı tutum ve davranışlarından ödün vermeye yanaşmayan bir inanç sistemi eninde sonunda kendi sonunu hazırlamaya mahkumdur.
Son dönemlerde şiddetin kaynağı ve üreticisi rolünü yadsıdığını söylemenin zor olacağı bir İslamiyet inanç sistemi niteliğini yitirmek ya da geriye dönüşü olmayacak kayıplara uğramak istemiyorsa bir şeyler yapmak durumundadır. Bir inanç sistemi diğer insan toplulukları üstünde çok uzun süre olumsuz bir izlenim bırakırsa en azından ona mensup olanların şeytana uydukları ve Tanrının yolundan gitmekten vazgeçtikleri söylenmeye başlar. Bu ters yönde gitme aşamasına geçtiği ya da geçmek üzere olduğu söylenebilecek bir inanç sistemininse kendi içinde radikal bir zihniyet/kültür değişikliğine gitmesi kaçınılmazdır. İslamiyet gerçekten iyilerin ve iyiliğin dini olmak istiyorsa bu çağdaşlaşma aşamasından seve seve kendi arzu ve iradesiyle geçmesinde yarar var. Bir bakıma son yüzyılda Hıristiyanlıktan boşalan yeri insan sevgisi ve insani erdemlerle doldurmak gibi bulunmaz bir fırsattan yararlanmak istiyorsa ikinci bir seçeneği yok. Başka bir deyişle Hıristiyan Avrupa'nın Ortaçağ dogmalarına son vermesini sağlayan Aydınlanma çağına benzer bir süreçten geçmesi gerekiyor.
Bu süreçte hem politikacılar hem de din adamlarının toplumdan topluma değişse de önemli bir rol oynayabileceği görülüyor. Bundan yüzyıllar önce İslam düşüncesinin zirvelerinden birini oluşturan İbn Sina örneğin, bir toplumdaki ahlak anlayışının çevre faktörüyle birlikte değişebileceğini iddia eder. Belli bir çevrede sık sık tekrarlanan ve alışkanlıklara dönüşen davranışlar insana bir ahlak anlayışı kazandırabilir der. Ona göre örneğin, iyi ahlaklı siyasetçiler toplumu iyi davranışlar sergileme ve yararlı çabalar harcamaya alıştırarak iyi yapabilirler; buna karşın karakteri bozuk siyaset adamları toplumu şer işlere alıştırarak kötü bir toplum oluşturabilirler. Oluşturabilirler mi?
En az iki yüzyıldan bu yana toplumlar ve bireylerin huzurlu, psikolojik açıdan sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için din ve politikanın birbirlerinden olabildiğince uzaklaşmaları gerektiği giderek daha net bir şekilde görülürken bazı kesimlerin bu ilişkiyi sürdürme arzularının özellikle şu günlerde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
***
İslamiyet İsa ve İncil'e dayalı öğretisini kabul eder. Başka bir deyişle İsa'nın dinini ve öğretisini kabul edenleri insan olarak, inanç ve ahlak anlayışlarını da inanç ve ahlak anlayışı olarak kabul eder. Tersini yaptığı takdirde içtenliğinden kuşku duyulmasına yol açar. Zira Hıristiyanlar da İslamiyetin Peygamberi ve öğretisini kabul eder. Her iki inanç sistemi günümüzde de pek çok duyguyu paylaşmakla birlikte kimi temel konularda aynı düşünce ve davranışları benimsemez. Bir karşılaştırma yaparak okuyucuyu konu üzerinde düşünmeye davet edebiliriz. Özellikle başkanlık düzenine geçiş arayışındaki ülkeler açısından yararlı olabilir.
... din iktidarların maddi gücünü paylaştığı zaman, o iktidarların yaratacağı bazı nefret duygularının sorumlusu olmaktan kurtulamaz... din dünyevi amaçlara dayanmaya çalışırsa, neredeyse dünyadaki tüm güçler kadar kırılgan hale gelir.Yalnız başına hareket ettiğinde ölümsüz olmayı umabilir; ama geçici güçlerle ittifak kurduğunda o güçlerin kaderini paylaşır ve onları ayakta tutan anlık tutkularla birlikte son bulur... Dinin ayakta kalmak için siyasal güçlerin yardımına ihtiyacı yoktur; bunlardan yararlandığında kendisini bitirebilir...
Yönetim kadrolarında tek bir din adamı bile göremedim ve bu insanların siyasal meclislerde dahi temsil edilmediklerini fark ettim. Birçok eyalette, yasalar din adamlarına siyasi kariyer yapma imkanı tanımıyordu; bütün eyaletlerde ise bizzat kamuoyu bunu istemiyordu... .Din adamlarının... iktidara yabancı kalmayı mesleki bir saygınlık olarak algıladığını gördüm... Bütün siyasal partilerden özenle uzak durduklarını ve bireysel çıkar tutkusuyla onlarla temas kurmaktan kaçındıklarını gördüm.
Bu düşünceler günümüz Türkiye'sinde geçerli midir? Gerek politikacıların önemli bir bölümü gerekse çok sayıda din adamı ya da kendilerini din adamıyla eşdeğer hatta daha üstün bir konumda gören tarikat lideri,vs bu düşünceleri paylaşırlar mı? Paylaşsalar bile uygularlar mı? Uyguladılar mı daha doğrusu 1950'li yıllardan bu yana böyle bir siyaset ve din anlayışı kabul gördü mü? Bunların etik, akılcı ve doğru yaklaşımlar olduğunu dünyada yadsıyabilecek tek bir aklı başında insan var mıdır? Bunun yanlış olduğunu düşünenler bu yanlışı akılcı bir ahlak anlayışı ve akılcı mantıkla açıklayabilirler mi? Aksini yapmaya kalkışmak zaten spekülasyon, demagoji ya da daha açıkçası yalan dolana başvurmak demek değil midir?
Tahmin edilebileceği gibi yukarıdaki (I, s.445-446 ve 443) ve aşağıdaki alıntılar bir önceki yazımızda da sözünü ettiğimiz Alexis de Tocqueville'in ?Amerika'da Demokrasi? başlıklı çalışmasından. Başka bir deyişle yaklaşık iki yüzyıl öncesine ait Amerikan toplumunun din ve siyaset ilişkisine dair gözlem ve gerçekler. Bundan yaklaşık iki yüzyıl önceki Amerikan toplumu ve yasalarının din adamlarına neden siyasi kariyer yapma imkanı sunmadığını ve hem kamuoyu hem de din adamlarının neden böyle bir şey istemedikleri üstünde durmaya değer çok önemli bir konu değil mi? Dünyevi ya da maddi yaşantının tam merkezinde yer alan; insani hırs, tutku ve arzuların en somut karşılığı olarak nitelendirilebilecek politikadan din adamları kaçmazsa kim kaçacak? Amerikalı din adamlarının gördüklerini başka toplumların din adamları görmüyorsa, bu herhalde bu somut gerçeği görmek istemedikleri içindir yoksa başka bir şeyden dolayı değil. Doğal olarak toplumların buna çanak tutmalarını da unutmamak gerekiyor. Öte yandan 19. Yüzyıl'ın ilk yarısında yaşayan Amerikalı din adamlarının siyaset ve iktidara bakışı bu satırlarla sınırlı değil:
Amerikalı rahiplerin, inanç özgürlüğüne inanmayanlar da dahil olmak üzere, genel olarak sivil özgürlükten yana olduğunu söyledim... Siyasal meseleler dışında kalmaya özen gösterirler ve parti oluşumlarına katılmazlar. Dolayısıyla Birleşik Devletler'de dinin yasalar ya da siyasi düşüncelerin ayrıntıları üzerinde etkili olduğu söylenemez... din, talihin sunduğu sınırsız temayüllerden insanları uzak tutma noktasında etkisizdir çoğu zaman... (I, s.436)
Tocqueville, Amerika'da din adamlarıyla yaptığı görüşmeler sonucu: ?Yaşadıkları ülkede dinin sahip olduğu dingin güç her şeyden önce din ile devletin birbirinden tamamen ayrılmasına dayanıyordu. Amerika'da kaldığım süre boyunca karşılaştığım herkesin, ister dindar ister seküler olsun, bu konuda aynı düşünceyi paylaştığını rahatlıkla söyleyebilirim? diyor. (I, s.442)
Yaklaşık iki yüzyıl öncesinin Amerika'sında her yeri saran mezhep, tarikat, cemaat, kilise, din adamlarının mevcut Cumhuriyete bakış açılarını ise ünlü yazarımız şu şekilde betimliyor:
... Birleşik Devletler'de demokratik ve cumhuriyetçi kurumlara düşman bir tutum sergileyen tek bir dinsel öğreti bulunmadığını söyleyebiliriz. (I, s.434)
Geçmişten vazgeçtik 2016 yılının Türkiye'sinde durumun neden böyle olduğunu ve hemen her şeyi öteki dünyayla ilişkilendiren kimi insanların dünyevi (siyasi) yönetime karışma, müdahale etme konusunda neden bu kadar istekli olduklarını açıklamak kolay değil. Birinci olasılık Amerikalı din adamları gerçekten din adamıysa bu insanlar gerçekten din adamı değil, dini yalnızca siyaset alanına sıçrama ya da bu alana egemen, ortak olma konusunda bir araç olarak kullanıyorlar. İkinci olasılık gerçekten din adamıysalar ve asıl uğraş alanları öteki dünya ise bu dünyanın işlerine müdahale etmek yani günaha girmekten özellikle kaçınmaları gerekir. Zira fani fenadır diyen tasavvuf anlayışına uygun bir şekilde fanilerden mümkün olduğunca uzakta yaşamalı ve Tanrısının yanına olabildiğince temiz gitmelidir.
Durumun biraz daha farklı olduğu ve günümüz Türkiye'sine daha yakın bir konumda bulunan iki yüzyıl önceki Avrupa'dan söz eden Tocqueville:
Avrupa'daki inançsız insanlar Hıristiyanları dindar bir rakipten ziyade siyasi düşmanlar olarak görüyorlar. Yanlış bir düşünce olduğu için, sanki bir partinin görüşü olduğu için dinden nefret ediyorlar. Bir din adamına karşı çıkmalarının nedeni onu Tanrı'nın bir temsilcisi değil, iktidarın dostu olarak görmeleridir. (I, s449) gibi çarpıcı bir gözlem yaparak günümüzde birçok ülkede hala güncelliğini koruyan bir konuya parmak basıyor.
Benzer durumlar benzer koşullarda hemen bütün ülkelerde benzer sonuçlara yol açıyor. Özellikle Hıristiyan Batı Avrupa'da da din siyaset ilişkileri toplumların tamamını mutlu etmekten uzak olduğundan pek çoğu bu sorunu zaman içinde Amerikalılara benzer bir şekilde çözdü. Geleceğin sunacağı teknolojik ve bilimsel alternatif yaşam koşulları göz önünde bulundurulduğunda diğerlerinin de başka bir seçeneğe sahip olabileceklerini düşünmek zor.
Amerikalılar?ın dünyaya verdikleri ders bununla sınırlı değil. Cumhuriyetçiler tarafında neler olup bittiğini soranlara Tocqueville şöyle bir yanıt veriyor:
Birleşik Devletler'de cumhuriyetçiler değer yargılarını önemser, inançlara saygı duyar ve hakları benimser. Bir toplumun özgür olduğu ölçüde ahlaklı, inançlı ve ölçülü olması gerektiğini savunurlar. Birleşik Devletler'de cumhuriyet denilen şey çoğunluğun sükunet içindeki hakimiyetidir... Fakat çoğunluk kendi başına kadir-i mutlak değildir. Onun üstünde - ahlaki dünyada- insanlık, adalet ve akıl yer alır; siyasal dünyada ise çoğunluğun üstünde kazanılmış haklar vardır. Çoğunluk bu iki sınırı kabul eder... her insan gibi, çoğunluk da iyi ile kötüyü ayırt edebildiği halde kötülük yapabilir. (I, s.585-586).
İnsanı evrensel bir varlık olarak kabul eden bu iki yüzyıl öncesine ait düşünce Amerika'daki demokratik yasaları da tartışma konusu yapıyor:
Yasaların Amerikalıların toplumsal mutluluğu üzerinde... büyük bir etkisi olduğuna inanmakla birlikte, bu noktada ahlaki değerlerin yasalardan daha etkili olduğunu düşünmek için bazı nedenlerin olduğunu görüyorum. (I, s.458).
Demokratik toplumlar için uygun olan yegane şey Amerikalıların yasaları ve değer yargıları değildir; ancak Amerikalılar, yasaların ve değer yargılarının yardımıyla demokrasiye yön verme konusunda kararlı olunması gerektiğini açıkça göstermişlerdir. (I, s. 464)
Öte yandan yazarımız Yasaların ve değer yargılarının demokratik kurumların sürdürülmesi için yetersiz kaldıkları doğru olsaydı, toplumların tek kişilik bir despotizmden başka seçenekleri kalır mıydı? (I, s.465) gibi bir soru sormadan da edemiyor.
Tocqueville'e inanmak gerekirse günümüzde de bir toplumda demokrasinin yerleşik bir görünüm kazanabilmesi için insanların sahip oldukları değer yargıları yasalardan bile daha büyük bir öneme sahip, başka bir deyişle karakter ya da ahlaki açıdan demokrasiye uygun bir kafa yapısına sahip olmayan bir toplumda demokrasi adına ne tür yasalar çıkartılırsa çıkartılsın o ülkede ya da toplumda demokrasiden, demokrasi kültüründen söz edebilmek oldukça zor görünüyor.
Ülkemizde görünüşe göre insanların büyük çoğunluğunun kafası oldukça karışık. Dolayısıyla yukarıda sözü geçen tüm sorunların çok geniş kitlelerin katılımıyla tartışılması ve ortak, yapıcı, çağdaş nitelikte sonuçlara ulaşılması herkesi rahatlatıp, mutlu edebilir.