Tarihe, geçmişe, şimdiye ve geleceğe uzanan bir bakış: Lütfü Dağtaş
Yazar: Raşel Rakella Asal
Şimdiye kadar fotoğraflar sayesinde güzelliği keşfettik. Fotoğraf makinesinin belgelemek amacıyla kullanıldığı durumlar haricinde, insanları fotoğraf çekmeye yönlendiren dürtü, güzel bir şey yakalama isteğiydi. Şöyle ki, hiç kimseden, "Ah, bu ne kadar çirkin! Onun fotoğrafını hemen çekmeliyim" yolunda bir açıklama duymazdınız. Fotoğraf makinesi, güzel olanı objektifine taşıdığı çok başarılı bir rol üstlenmişti. Evleriyle iftihar eden ev sahipleri, evlerinin ne kadar şahane olduğunu göstermek için her köşesinin fotoğrafını çekmeye bayılırlardı. Bizler de aynı duruma düşmez miyiz? Kendi fotoğraflarımız aracılığıyla kendimize bakmayı öğreniriz; kendimizi çekici bulmak, kesinlikle bir fotoğrafta güzel çıkmış olmaya bağlı bir duygudur. Birçok insan gibi fotoğrafınız çekilirken sizler de endişeye kapılmaz mısınız? Bu herkes için doğal bir durum. Çünkü herkesin arzusu, kendisinin idealleştirilmiş görüntüsünü ?kendilerini en güzel gösteren fotoğrafı- elde etmektir.
Artık günümüzde kavramlar değişti. Dünya büyük bir gürültü içinde dönüp duruyor. Algılarımızı olabildiğince açıp olan biteni kavramaya çalışıyoruz. Maruz kaldığımız uyarılar dünyayı kavramamız için bir tür malzeme oluyor. Ama yine de yeterli olmuyor. Ne kadar haber kanallarının içine girsek, ne kadar gazete, dergi okusak da her birini bu olay bombardımanından ayıklamak bir hayli zor oluyor.
Fotoğrafın ilgi alanı
Bir yandan yeryüzünün pek de tekin bir yer olmadığını biliyoruz. Buna rağmen yaşamı anlamak ve anlamlandırmak gibi bir işlevimiz ve görevimiz olduğunu inkâr edemiyoruz. Fotoğraf bir sanat dalı oldu. Ve artık fotoğraf, güzelin yanında çirkinle de ilgilenir oldu. Hele bu alandaki iddialı profesyoneller fotoğraftaki "güzellik" anlayışına meydan okudukları kanısını taşıyorlar. Onlara göre fotoğrafçının çabası, elitist, yıkıcı ve ifşa edici oluşunda yatıyor. Etraflarındaki canlı dünyayı "başkalarının da gözlerinin önüne sermek", "başkalarının göremedikleri şeylerle neleri kaçırdıklarını gösterme" gibi işlevinden söz ediyorlar. Kısaca fotoğraf makinesi döküntü bir apartmanı ya da bir çöp yığınını fotoğraflayacak duruma geldi.
Lütfü Dağtaş'ın fotoğrafçılığı
Fotoğraf söz konusu olunca size çok yönlü İzmirli bir fotoğraf sanatçımızdan, Lütfü Dağtaş'tan söz etmek istiyorum. Çok yönlülüğü; aldığı gazetecilik eğitimine, ardından şairliğinden, araştırma ve inceleme yazılarından belgesel fotoğrafçılığa kadar uzanıyor. Ben size onun sanatçı kimliğinden söz etmek istiyorum. Çünkü o, fotoğrafçılığın "güzel bir şey gördüm, hemen gidip çekeyim" mantıyla yapılamayacağına inanıyor. Çekmeden önce sahneyi uzun süre izliyor. Işığa, kompozisyona bakıyor. Bir şeyler anlatacağına inanırsa çekmeye başlıyor. Çekmek istediği kare üzerine düşünüp bazen günler sonra gidip çektiği de oluyor. O ana kadar çekme fikrinin kafasında iyice oluşması gerekiyor. Dışarıdan öyle görünse de fotoğraf çekmek rahat rahat gezip eğlendiğiniz bir iş değil. Her sanatçının yaşam görüşüne dayalı olarak kendini ifade etme yöntemi farklı.
Ama önce size onu diğer yönleriyle tanıtmalıyım: Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu'nda öğrenim gören Lütfü Dağtaş 1973 yılında Yeni Asır'da spor muhabiri olarak mesleğe başladı. Demokrat İzmir Gazetesi'nde, İstanbul merkezli haber ajanslarında, değişik dallarda muhabir olarak çalıştı. Ankara'da, Basın Yayın Genel Müdürlüğü ile İzmir'de, EBSO Basın Halkla İlişkiler birimlerinde görev yaptı. Deri işleme ağırlıklı çalışan Sepiciler Topluluğu'nun basın ve halkla ilişkiler bölümünü kurdu. Burada 13 yıl boyunca SEPİCİ HABER adıyla, deri sektörüyle ilgili gazete yayımladı. Yine üç yıl boyunca Ünlem Sanat Dergisi'ni yayıma hazırladı. 1986 yılında halen üyesi olduğu İFOD'un kuruluşunda bulundu. 10 yılı aşkın süre İzmir Life Dergisi'nde röportaj yazarı olarak görev yaptı. Türkiye Deri Vakfı adına, deri sektörüyle ilgili süreli yayın çıkartmayı sürdürüyor. İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) süreli yayım organı Bakaç'ın yayın yönetmeni. İzmir Kuş Cenneti'ni Koruma ve Geliştirme Birliği adına her yıl ulusal ölçekte düzenlenen karikatür yarışmaları komitesinde görev yaptı.
Asıl mesleği gazetecilik olan Lütfü Dağtaş, gazeteciliğin farklı dönemlerine tanıklığını şöyle anlatıyor:
"Eskinin o zorluğu ve kavgası içerisinde başka bir şey vardı. Özellikle foto muhabiri arkadaşların en büyük sorunu fotoğrafları filme çekip bir ön önce, bulabildikleri ilk araçla onu merkeze ulaştırmaktı. Taşraya bir olayı izlemeye gittiğimizde cep telefonumuz yoktu. PTT'ye giderdik ve Basın Tercihli Görüşme söz konusuydu. Orada Basın Tercihli de olsa karşı tarafa aradığımız numarayı söyler ve beklemeye başlardık. İki dakikada bağlanmazdı. Telefoto diye bir fotoğraf geçme tekniği vardı. O dönemin önemli bir haber ajansı olan Türk Haberler Ajansı'nda Telefoto vardı. İlk orası alıp kurmuştu. Biz oraya gider ve muhabir arkadaşların haberin fotoğrafını geçişlerini hayranlıkla izlerdik. O zaman zor koşullarda yapılan meslek, beceriyi de beraberinde getiriyordu. Sizi olgunlaştırıyordu. En önemlisi gazeteciliğin saygınlığı vardı. Şimdi teknolojinin getirdiği avantajlar var." Ve ilave ediyor: "Bu meslek öyle bir meslek ki içine girince değişik dalların tanığı oluyorsunuz. Sanatsal üretimlerde, içinizde de heyecan varsa arka arkaya başka işlerde de yer alıyorsunuz."
Basın Yayın Genel Müdürlüğünde çalıştığı dönemde TRT ile işbirliği içinde oluyor. Daire başkanı Uğur (Büke) bey, belgesele merakı olduğunu bildiğinden ona fotoğraf makinesini vermiş, "Yola çıktığında, gittiğin yerlerde kullanırsın" demiştir. Böylece fotoğraf serüveni başlamış oluyor. Tarih l978'dir, o dönem çoğu genç fotoğrafçılar gibi o da Gazeteci, röportajlarıyla ünlü Fikret Otyam'ın etkisindedir. Lütfü Dağtaş, Fikret Otyam konusuna sevgiyle bakmakta, onunla bütünleşip, onun ruhunu yaşamaktadır. Konularına yaklaşırken sergilediği tutumun ne kadar büyük bir hassasiyet içerdiğini, kendisiyle yapılan bir söyleşide Otyam şöyle anlatır:
"Çadırda otururken bir insana makineyi doğrultup fotoğraf çekmek istemezdim. Önce onları alıştırırdım makineme. Sohbet sırasında çantamdan çıkarır, siler temizler, bir kenara koyardım... Sonra sohbetin bir yerinde makineyi yeniden elime alır okşar, oradaki bir kediye ya da eşyaya doğrultur, bir fotoğraf çekerdim ki, makinenin zararsız olduğu anlaşılsın. Nice zaman sonra objektifimi insanlara doğrulttuğumda, rahatsız olmazlar, öylece bakarlardı. İşte o zaman çekerdim fotoğraflarını; en doğal, en güzel bakışlarıyla?"
Fikret Otyam, konuşmasına devamla fotoğraf anlayışını su sözlerle dile getirir:
"Fotoğrafta numarayı sevmem, düzenlemeyi (...) Makine bir araçtır. Halkın kurtuluşu için kullanılması gereken bir araç benim için. Güzellemeleri ön plana almadan, o anı olanca vurgunluğuyla saptamak; yalana dolana, hileye hurdaya kaçmadan. Ben hep böyle yaptım. (...) Niçin fotoğraf çekiyorsun?
Kime çekiyorsun? Ne ise yarayacak bu? Katkısı ne olacak yasama? Fotoğrafa gönül verenler, konuya can gözüyle bakmalı, yüreğinden bakmasını bilmeli ve güzelin faydalı olması koşulunu çıkarmamalı aklından, böyle basmalı deklanşöre, gerisi kolay."
Lütfü Dağtaş, ustası, gazeteci ağabeyi Fikret Otyam'ın etkisiyle fotoğrafa, ardından belgesele başlar. Lütfü Dağtaş'a göre belgesel fotoğrafçılık zamana tanıklıktır. Belgesel fotoğrafı tanımlarken, aslında fotoğrafı da tanımlamış oluruz... Çünkü fotoğraf zaten bir belge olarak, fotoğrafçı da belgeleyen olarak kabul görür. Sonuçta fotoğraf, bir şeyin var olduğunun görsel kanıtını oluşturur. Fotoğrafı resim ve çizimden ayıran önemli bir unsur, her zaman, ister fotoğrafçı tarafından kurgulanmış isterse doğal olarak var olmuş olsun, makinenin karşısında gerçekten var olan bir şeyi göstermesidir.
Konusu insan olan, kurgudan uzaklaşan, çıplak gerçekliği yansıtan bir fotoğrafın, toplumsal belgeci yanı öne çıkmaktadır. Toplumsal belgeci fotoğraf üreten fotoğrafçı, ortaya koyduğu eserde, eserin estetiği ve güzelliğinden önce, fotoğrafın içerik gücünü ve o fotoğrafla toplumun bilgilendirici olmasına odaklanır.
Fikret Otyam, çağıyla ve yaşadığı toplumla bütünleşmiş, halkın sorunlarına bilinçli bir sanatçı tavrıyla yaklaşmayı başarmıştır. Onu kendine örnek alır. Otyam'ın başarısının altında yatan en temel şeylerden biri onun Anadolu halkının tüm sorunlarını her yerde inatla dile getirerek, bu sorunlara hükümeti de devreye sokarak kalıcı çözümler araması olmuştur. Bu sayede birçok köyün derdine deva olmuş, bu tavrıyla da Türk fotoğrafında unutulmaz bir yer edinmiştir. O yıllarda Otyam'a benzer bir yaklaşımla fotoğraf çeken önemli isimlerden biri Ara Güler diğeri de Ozan Sağdıç'tır. Her ikisi de görev yaptıkları "Hayat" mecmuası için Anadolu yollarına düşüp o coğrafyadaki insanları anlatan pek çok foto-röportaj gerçekleştirmişlerdir. Lütfü Dağtaş, böyle bir ortamda fotoğrafçılığa gönül verir. Dericilikle (debagat, tabakçılık, sepicilik) ilgili araştırmalar yapar. Deri sektöründe 10 yıl çalışmıştır Sektörün belgelenmesi konusunda o zamana değin kimse bir şey yapmamıştır. Yıl 1990'ların başlarıdır. Bu dönemde Türkiye, deri ihracatına başlamıştır. Anadolu'yu dolaşır. Zanaattan sanayiye geçiş sürecine tanık olur. Bu konuda fotoğraf ve belgeseller çeker.
Ardından TRT TV için "Ulusal Parklarımız" ve Türkiye Deri Vakfı için "Anadolu'nun Son Karatabağı" adlı belgesel dizi ve film çalışmalarını gerçekleştirir. Lütfü Dağtaş bu konudaki görüşlerini şöyle anlatıyor: "İster gazeteci, ister sanatçı olsun, herkesin kaynağa dönüşmüş belge biriktirmesinden ve belgeyi paylaşmasından yanayım."
Gazetecilik, Lütfü Dağtaş'ın da belirttiği gibi çok yönlüdür; gazetecilik belgesel çalışmalara başlamasında itici güç olur. Böylece belgesel film, belgesel fotoğrafçılık ilgi alanına girmiş olur. Fotoğrafta belgesellik onun öncelikli uğraş alanı olur.
Kendi düşüncelerini, birikimlerini, yapmak istediklerini yansıtan bir yol izler. Eğitimiyle, yaşama bakışıyla, ilgilendiği konularla yola çıkar ve kendi vizyonunu ortaya koyan işler oluşturur. Belgesel anlayışıyla, izleyiciyi tamamen içine alan, yolculuğun her aşamasını izleyiciyle birlikte yaşayan, izleyene bir şey öğreten fotoğraf kareleridir bunlar. Bunun dışında diğer bir belgesel çalışmayı sanat kültür insanlarımızın fotoğraflarını çekerek yapmaya başlar. Belgesel çalışmaları o boyuta ulaşır ki, bugüne değin fotoğraflarını çektiği sanat kültür insanı sayısı iki yüzü aşmıştır.
Lütfü Dağtaş'ı tanıyınca gazetecilik dışında şair kimliğine tanık oluyorsunuz. Son şiir kitabı "Can Baba'ya Çocukça Şiirler"i elinize aldığınızda şiirlerin yanı sıra Türkiye'nin yakın dönemlerine tanık oluyorsunuz. Yayınlanan kitaplarının sadece şiir kitapları olmadığını öğreniyorsunuz. 1986 yılında "Günün En Güzel Saatleri" adlı şiir kitabı yayımlanır. Bu kitabın tekniği çok önemlidir. O yıllarda Demokrat İzmir Gazetesi'nde çalışırken bilgisayar yoktur, kurşunlu hurufatla gazete dizilir. O makinelerin sesleri hâlâ kulaklarında çınlar. Bu kitabı Kemeraltı'nda küçük bir matbaada oluştururlar. Anısı olan bir kitaptır.
Lütfü Dağtaş'ın ayrıca araştırma-inceleme kitapları da var. "1800'lerden 1970'lere İzmir Gazinoları" adlı araştırma-inceleme kitabı, İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınlarından 2004'de yayınladı. "Anadolu'nun Son Karatabakları" adlı albümü Hasan Yelmen Eğitim Vakfı desteğiyle 2007'de basıldı. "Anadolu'da Dericilik" adlı yine araştırma-inceleme kitabı 2007 yılında İDESBAŞ Yayını, "Müze ve Koleksiyonlardan Deri Eserler" adlı albümüm aynı yıl TÜRDEV Yayınlarınca, "Gözbebeğim Deltam ÇİĞLİ" adlı araştırma-inceleme kitabı 2011'de Heyamola Yayınevi tarafından yayımlandı.
"Tarık Dursun K. ile Basmane'de çocukluğunu aradık bir de Havra Sokağı'nda meyhaneci Yasef'i" başlıklı sergisi, İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Tarih Tasarım Atölyesi'nde Ekim 2015 yılında açıldı. Sergi 2015 Ağustos ayında yaşamını yitiren İzmirli gazeteci, yazar, sinemacı, yayıncı Tarık Dursun K. ile ilgilidir. Bu çalışmada Tarık Dursun K.'nın altı yaşından başlayarak serginin açıldığı binaya yakın yerdeki Alireis Mahallesi'nde yaşadığını, çocukluğunu ve gençliğini burada geçirdiğini öğreniyoruz. Dağtaş, "Fotoğrafların çekimi sırasında Basmane ve İkiçeşmelik arasındaki Tilkilik'i adım adım dolaştık. Kitaplarından aşina olduğumuz anılarını bu dolaşmalarımızda bana aktardı. Serginin hikâyesi böyle oluştu" diye anlatıyor.
Yavuthane fotoğraf sergisi
2016 da İspanya'dan İzmir'e göç etmiş Yahudilerin bir dönem yoğunlukla yaşadığı Yahudihanelerden biri olan Basmane'deki Tarihi Manisa Akhisar Oteli; sinema, tiyatro, müzik, fotoğraf, karikatür ve edebiyat çevresinden 71 sanatçının fotoğraflarından oluşan "Yavuthane'de yaşam var, kültür insanlarımız ile" adlı fotoğraf sergisi bir buçuk yıllık bir süreçte tamamlandı; Konak Belediyesi'nin destekleriyle açıldı.
Bu serginin hikâyesi de şöyle: Osmanlı İmparatorluğu döneminde İspanya'dan göçle gelen Yahudilerin birbirine dayanarak kurdukları yeni yaşam alanları olan ve İzmirlilerce Yavuthane olarak adlandırılan aile evleri İzmir'deki Yahudi varlığının en önemli izlerinden biri. İzmir'e özgü bir yaşam biçimi olan Musevi aile evleri "kortejo", (yavudhane) İspanya'dan göç etmiş yoksul Musevileri bir araya toplamıştı. 1950'lerin kortejo/ailevleri dar bir koridor etrafında sıra sıra dizili tek göz odalardan oluşur. Avlu, kapı önlerinde oturmuş çiğdem çitleten kadınlar, ortalıkta koşuşturan çocuklar, iplere dizili çamaşırlar görüntüsü içindedir. Avlunun karşısında bir çamaşırhane, tuvaletler, banyo, lavabo ortak olarak kullanılır. Odalarda kalanların çoğu on yıllık, beş yıllık, iki yıllık sürelerde bu odaları evi gibi kullanır. Elektrik ve su yoktur. Avlunun ortasında bir tulumbadan su çekilir. Aile evlerinin cümle kapıları genellikle kapalı olur ve dışarıdan baktığınızda içerideki yaşamı göremezsiniz. Yabancıysanız sizi zaten içeriye de almazlar. Kendilerini emniyete almak için böyle önlemler almaya mecbur hissediyorlar, kapıları gece belli saatte kapanır, anahtarlar odacı başındadır, herhangi ani bir olay, hastalık gibi, doğum gibi, olursa odabaşı gelip kapıyı açar. Ancak günlük geçinen fakir Yahudilerin oturduğu yerlerdi buralar. Erkekleri günübirlik işlerde çalışırlar, hanımları evlere günlük çamaşır ve temizlik işlerine giderler.
1948'de İsrail Devlet'inin kurulmasıyla İzmir'den İsrail'e büyük göç olur; aileevlerinde yaşayan yoksul Yahudiler kenti terk ederler. Aynı yıllarda, sanayi ve teknolojinin gelişimiyle birlikte Anadolu'da göçe hazır bir nüfus oluşur. Göç bu nüfusun tek çıkış yoludur. Kentlerde ve tarımda makineleşmenin insan emeğine olan gereksinimi ucuz emek gerekliliğiyle birleşince büyük köylü nüfusun ilk önce yakın bölgelere göç ettiği görülür. Yavudhaneler, bu işçi sınıfının yeni konutları olur. Bir zamanlar yoksul Musevi ailelerinin boyoz pişirdiği avlularda, sübye içtikleri odalarda, o günler bambaşka hikâyelerle devam eder. 1492 yılında İspanya'dan Türkiye'ye gelen Sefarad Yahudilerinden sonra kortejolar hayatın sillesini yemiş, yalnız, tutunamamış, terk edilmiş, kaybolmuş, yaşamdan ümidini kesmiş yoksul halkın yeni mekânı olur.
İşte böyle bir tarihi mekân fotoğrafta yerini alır. Asırlardır ömürler barındıran duvarlar, odalar, artık o zaman kesitine dair hiçbir şey söylemiyordu. Lütfü Dağtaş, kentinin sokaklarında gezinirken anlar ki, kendisini bu kadar kuvvetle ait hissettiği İzmir giderek tarihi geçmişinden siliniyordu. Yaşadıklarında hâlâ özdeş veya denk düşen birkaç mekân vardı, evet, ama çoğunlukla kendi eksikli belleğiyle, hayal gücüyle, duygularıyla, inatçı bir arzuyla yaşatmaya çalıştığı İzmir söz konusuydu. Fakat işte, şehri yeniden yaratmak, eski değerleriyle, yeni deneyimler yaşamak, şehir gezgini olmak, hayata gözlem kadar bile olsa katılmak, bir süreliğine hiç durmadan kenti örmek, tamir etmek gerekiyordu.
Bu çalışmada tarihi koruyamamanın öfkesi vardır hiç kuşkusuz. Öfkesini, bağırarak değil kırılgan şeyleri koruyarak ifade ettiği bir yaklaşım içindedir. Fakat yine de bir arzusu vardı; tarihe not düşmek, tarihi kayıt altına almak. Hayatı çok seven melankolik özne, kentindeki kayıplarının farkındaydı ama yeniliğe mutlaka açık yaşamak zorundaydı. Yavudhanenin boş mekânında başlayan süreç bir buçuk yılda tamamlanır. Tarihe, geçmişe, şimdiye ve geleceğe uzanan bir tavır alış söz konusudur. Hayata ve şimdiye sarılmak, yaşamın o durma bilmez o dokuma tezgâhına, o karmaşık halının ilmeklerine bir el vermek? Eski yaşamların her anını kayda geçmek. Zamana karşı bir duruş. Gizli bir arşiv. Kısacası hayatı belgeleme ihtiyacı? Küreselleştikçe büyüyen, büyüdükçe canavarlaşan bu dünyada kendi toplumuna sınırsız, evrensel ama yaşanabilir bir dünya yaratmak adına.
Lütfü Dağtaş fotoğraf sanatçısı olarak kendine ait görsel bir dünya yarattı. Her görüntü, her kare bizlere yeni bir görüş biçimi kazandırdı. Vizöründe hayatın ritmini yakalarken her defasında kendine yeni bir başlangıç yarattı. Fotoğraflarla anlattığı yüzleri, tarihin derinliklerinden seslenen bir kültürle buluşturdu. İzmir'de yaşayan insanları, çocukları, o evlerin yaşadığı sokakları fotoğraflarıyla anlattı.
Lütfü Dağtaş için fotoğraf görgü tanıklığıdır. Onun kişiliğinde inançlarından asla ödün vermeyen bir sanatçı çıkar karşımıza. Daima dışarıda olup bitenlerin nabzını tutar ama hiçbir zaman popülizmin tuzağına düşüp ödün vermez, çünkü son tahlilde "yaratıcı özne" olduğunu çok iyi bilir. Serüven hiç bitmiyor.