Düşünce yapısı 5
Yazar: Oğuz Adanır
Yaklaşık yüz altmış, yüz yetmiş yıl önceki Osmanlı Türkiye'sinin nasıl yönetildiğine bir göz attığımızda karşımıza şu türden manzaraların çıktığını görüyoruz:
"Paşa ve Bâb-ı Âli'nin yüksek memuru... aşırı masrafları yüzünden gelirinde açtığı gediği kapatmak için... yönetimi altındakilerin suyunu sıkar... Kötülüğün, tabir caizse, genel bir hal kazandığı ve Bâb-ı Âli'ye her taraftan şikayetlerin yağdığı, böyle hallerde... bir fermanla bütün vilayet yöneticilerinin ve defterdarlarının İstanbul'a gelmeleri emredilir... Sultanın hazır olduğu salonda toplanılır... cezaların ayrıntılarıyla anlatıldığı 1840 kanunnamesinin maddeleri onlara, yüksek sesle okutulur, ondan sonra da, her birine teker teker vazifelerini sadık bir şekilde ifa edeceklerine dair, Kur'an ve mukaddesat üzerine, şu yüz kere edilip bozulan, yemin ettirilir. Derken haftalar, aylar geçer... denetim gevşer, yemin unutulur... yeni nizamname laçkalaşır ve her şey kısa zamanda düzene, daha doğrusu alışılmış düzensizliğe yeniden girer.
İşte hastalık, işte yara, tek değil elbet, ama Türkiye'yi kemiren ve şöyle dedirten çıbanların en uğursuzu: Türkiye ölü bir cesettir, Türkiye belini doğrultamayacaktır. Hayır. Türkiye ölü bir ceset değildir ve bu yara şifa bulabilir, bir anda olmayacaktır bu (suiistimaller, özellikle kaynağını örf ve adetlerden alanlar... öyle bir günde kazınıp atılamazlar) fakat zamanla ve amansız bir iradeyle iyileştirilebilir." [Türkiye 1850 (Maliye-Ordu-Millet) 2. Cilt, s.316-317, Tercüman Yayınları, M.A. Ubicini].
Osmanlı konusunda din devleti sözlerinin sarf edildiği dönemde pek çok yabancı gözlemci Kutsal kitaba el basıp yemin eden sözde Müslüman yöneticilerin neler yaptıkları hakkında ayrıntılı açıklamalar yapmışlardır. Özellikle 1850 yılları Türkiye'sini betimlemeye çalışan Ubicini bizzat kendi arzularıyla Sultana kul (köle) olanların, yani onun mutlak egemenliğine boyun eğenlerin boyunlarının kısa bir süre öncesine kadar hiç kimseye hesap verilme gereksinimi duyulmadan vurdurulabildiğini belirttikten sonra:
"Bu durum Türkiye'de iktidarın itibarını yitirmesinde en büyük zararı dokunan hallerden biri olmuştur. Devlette vazife gören kimselerin hepsini, aslında, kölelere benzetmek suretiyle, bu durum onlara kölelerin kusurlarını, düşüklüğü, açgözlülüğü, para hırsını vermiştir. Kimse mevkiini bir günden daha çok elinde bulundurabileceğinden emin olmadığı için, aynı günün hem arifesi hem de ertesi için karınlarını doyurmaya çalışan şu asalak insanlar gibi, herkes sadece ceplerini doldurmaya baktı." (Adı geçen yapıt, s.453)
Padişahın hemen her konuda tek yetkili kişi olması nedeniyle Osmanlı'da sınıfsal yapılanmadan çok hiyerarşik bir yapılanma olduğunu söyleyen yabancı gözlemciler bir aristokrasi yokluğunun yönetim konusunda büyük sorunlara yol açtığını hatta bir bakıma ülkeyi yönetilemeyecek hale getirdiğini düşünüyorlar. Bir Osmanlı efendisiyle yönetim ve üst düzey idareci konumundaki insanlardan konuşulduğu bir sohbet sırasında bir diğer Ubicini bu adını vermediği kişinin şu sözlerini aktarır:
"Mevki ne kadar yüksekse, entrika o kadar kesif ve amansızdır... Bir memur fonksiyonunun başına geçer geçmez, kaydırmak için ayağının altına karpuz kabuğu sürerler. Güya en ateşli partizanları olan mesai arkadaşları baş düşmanlarıdır... Sürekli olarak kuşku içinde yaşamak, etrafını durmadan gözetlemek bütün vakitlerini alır; devlet işlerine ve makamlarına bağlı görevlere ayıracak zamanları kalmaz... Gerekirse düşük vezir, daha düşük bir mevkide, rakibinin emrinde çalışmayı kabul eder ki, ona daha yakın olup indireceği darbenin yerini ve zamanını daha iyi seçebilsin ve öteki bunu bilir. Daha feci bir durum düşünülebilir mi? İnsanı deli eder.
(Padişaha gelince) Güvenebileceği kimsesi yok. Bu yalnızlık kuşkululuğunu daha da artırıyor. Gerçeği ondan gizlemekte herkesin menfaati var...
Ubicini: - Yani sizce, Türkiye'nin kalkınması için bir tek kişi yeter öyle mi?
- Sanırım. Milletimizi tanımazsınız; aslında dürüst, zeki ve vatanseverdir. Öldü sanılıyor, aslında uykudadır. Ciddi bir buhranla karşılaşsın, ceset sanılan o koca beden ne büyük bir enerjiyle dikiliverir, şaşarsınız. Maddi kaynaklara gelince bunlar sonsuzdur ve işe koyulmaya bakar. Size, devlet adamlarımızdan birinin bir sözünü tekrarlayacağım: "Bizde kaynaklar boldur, fakat kanallar noksandır veya delinmiştir." Mali bunalımlarımız konusunda içte ve dışta büyük gürültüler koparılıyor. Boş şamata. (Gereken) daha aydın ve namuslu bir idare. Bugünkü huzursuzluğun sebepleri, kötü organizasyon, yolsuzlukların alıp yürümesi ve ruhlara çöken umutsuzluktur. Hele sağlam karakterli ve üstün iradeli bir vezir, bir yeni Köprülü başa geçsin, adalet denen şey tekrar var olsun, haksız vergi alanlar aleyhine çıkarılan emirnameler uygulansın, gerektiğinde kafalar uçsun bakın nasıl güven yeniden doğar, devlet hazinesi gene nasıl dolar ve milletin temel güçleri nasıl yardıma gelir.
Ubicini: - Peki, bu kişi neden siz olmayasınız? Hükümdar sizi seviyor, size olan güveninden yararlanıp ondan ısrarla gizlenen gerçeği açıkça anlatmıyorsunuz?
- Ben mi? Bir haftaya kalmaz, beni zehirle öldürürler.
Ubicini: - Eh, ne olur yani?
Aval aval yüzüme baktı. Beni anlamamıştı ya da anlamazlıktan geliyordu." 1855'te Türkiye, I. Cilt, s.155-159, Tercüman Yayınları, F.H.A. Ubicini)
Ülkenin, Avrupa'nın vesayeti altına girdiği tarihlerde yapılan bu konuşma o dönemle ilgili birçok gerçeğin anlaşılmasını da kolaylaştırıyor. Bir kez iktidarsız, gölge bir padişahın tahtta oturması hem Avrupalılar hem de efendinin anlattığı kadarıyla kişiliksiz, iktidarsız, iki yüzlü, ahlaksız, bir çirkef yuvasına benzeyen bürokrasinin işine geliyor. Bizzat padişahın kendisi elindeki güçlere karşın yönetmediği bir ülkenin sözüm ona başında bulunduğunun, yani bir iktidar kuklası olduğunun bilincinde. Aktarılan sözleri söyleyen bu efendi zaten yeni bir padişahtan değil yeni Köprülü'den söz ediyor. Başka bir deyişle kafası oldukça karışık biri. Padişahların iktidarsızlıklarının bilincinde, ancak imparatorluk ya da padişahlıktan başka bir yönetim biçimi düşleyemediğinden çürümüşlüğünü, tükenmişliğini çok açık ve seçik bir şekilde gördüğü bu düzenden yeni bir sadrazam bulacak halk sayesinde (yoksa yeni bir sultan ve yönetici kitle sayesinde değil) kurtularak, adaletin sağlanıp, yola devam edilebileceğini düşünüyor.
Bu konuşmanın gerçekleşmesinden yaklaşık yetmiş, yetmiş beş yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Halk doğru, dürüst ve güvenilir bir lideri ve adaleti ancak o zaman görebildi. Bu lider ve halk neredeyse yüz yıl önce iflas etmiş, kağıt üzerinde (Sevr ve Mondros'la) fiilen sona erdirilmiş, ancak hala ışıkları gelen sönmüş yıldız örneği var olduğunu kanıtlamaya çabalayan, defteri dürülmüş bu düzenin değiştirilmesi gerektiği gerçeğini tereddütsüz kabul etti. Bu halkın neredeyse yüzde doksan sekizi kör cahildi. Ancak cahil demek aptal demek değildir. Bu düşünebilen sağduyulu insanlar doğru kişiyi bulduklarında doğru sıçramayı gerçekleştirdiler.
Dönemin içinde bulunduğu dünya konjonktürü: Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı öncesinde Uzak Doğu'da Çin Cumhuriyeti'nin kurulma mücadelesi, Japonya'da yeni anayasanın kabulü, vs sonrasında Avrupa'da; örneğin Alman ve Avusturya cumhuriyetleriyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin kurulması, Britanya İmparatorluğu'nun çöküşe geçmesi ve dünyada pek çok yeni ülkenin ortaya çıkması Osmanlı'dan yeni bir Türkiye çıkmasını kolaylaştırmıştır. Dünyada olan bitenlere kendine rağmen hem oyuncu olarak katılmak hem de seyirci olarak tanık olmak durumunda kalan bir Türkiye'nin bu evrensel değişim ve dönüşüm kasırgasından kurtulması çok zordu. Tüm tarihsel, toplumsal, politik ve ekonomik koşullar bu evrensel değişim ve dönüşüm sürecine çok uygun özelliklere sahipti.
Osmanlı başka bir düzene doğru sıçrama yapma konusunda çok yavaş davranınca evrensel nitelikte çalkantılı olayların akışına kapılmış, çok önce yapılması gereken sonunda olması gereken tarihten çok sonra ve ona rağmen gerçekleştirilmişti.
Tarihi anlamaktan aciz insanların tarih yapmaya soyunmaları kara mizahı andıran ironik sonuçlara yol açıyor. Eğitim görmüş (!) günümüz Türkiye'si artık sözcüğün gerçek anlamında modernleşmek, yani yeni bir sıçrama yapmak isteyen, ancak bu iş için doğru politikacıları bulma kapasitesine sahip olmayan bir toplum görüntüsü sunuyor. Üstelik çağdaş, huzurlu, güvenli bir ülke olma özelliklerini giderek yitiren bir Türkiye'de yaşamayı kabul ediyor. Oysa kör cahil bir Anadolu yeni düzen kurma konusunda daha sağduyulu ve başarılı olmuştu. Demek ki, Durkheim'ın sözünü ettiği çağdaş bir ahlak anlayışına sahip olmadan yalnızca eğitim görmek içinde yaşanan dünyayı kavrama ve değiştirme konusunda yeterli olmuyor.
Bir ülkeyi tehlikeli sulara doğru sürükleyenler genellikle yönetsel becerisizliklerini gizlemek isteyenlerdir. Terör ve şiddet genellikle bir ülke yönetiminin acz içine düşmesinden yararlanır. Oysa bir toplum için en önemli şey huzur ve güven içinde yaşayabileceği bir ortamdır. Bu sağlanmadığı sürece orada gerçek bir toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel demokrasi ve düzenden söz edilemez.