Düşünce yapısı 3 - 2
Yazar: Oğuz Adanır
16. Yüzyıl sonuna doğru İstanbul ve Türkiye'de iki yıl geçiren Avusturyalı Reinhold Lubenau (Kitap Yayınevi, 1. Cilt, 2012) evlilik konusunda şunları söyler:
"Türklerin yasaları yedi kadınla evlenmelerine izin veriyorsa da, dürüst ve namuslu Türkler, yüksek mevki sahibi beyler, hatta bizzat Sultan Murad bile buna önem vermezler? Artık bir kadından fazla eşi olana günümüzde hemen hemen rastlanmamaktadır ve çok karılı olanlar da pek itibar görmezler. Belki de kadınlar, kocaları bir köleye fazla ilgi gösterirse, o kadını zehirleyerek ölüm cezasına çarptırıyorlardır? " (s.342)
Lubenau, düğünlerde erkeklerle kadınların aynı mekanda birbirinden ayrı odalarda ancak aynı çalgıcıların müziği eşliğinde dans edip, eğlendiklerini ve aynı yerde yan yana bulunmalarının "farklı cinslerden olanların birbirlerine aşırı düşkünlükleri" (s.340) nedeniyle yasaklandığından söz eder. Şeriat düzeninin bu kadar çok kadınla evlenme olanağı tanımasına ve cariyelerle, kölelerin varlığına karşın :
"Zina işleyenler de bir eşeğe oturtulup ellerine eşeğin kuyruğu verilerek sokaklarda dolaştırılırlar, ama boyunlarına koyun bağırsakları asılmaz. Türkler, köleleri olmayan Hıristiyanlarla veya Hıristiyan erkekler Müslüman kadınlarla zina yaparken yakalanırsa, ya kancaya asılırlar veya denize atılırlar? Cicero'nun Romalılar hakkında söylediği sözler burada da geçerlidir:? 'Biz Romalılar herkese hükmetsek de, kadınlar bize hükmeder'. İşte Türklerde de durum böyledir. Erkekler evin tüm gereksinimlerini karşılarlar, ama herkesin onlardan korkmasına karşılık, onlar da karılarından korkarlar." (s.333 ve 343).
Günümüzde giderek yaygınlaşan çocuklara tecavüz konusunda XVI. yüzyıl sonunda neler yapıldığını Lubenau şöyle aktarıyor:
"Erkek çocuklara cinsel tacizde bulunanlar, bir kuleden aşağı atılırlar. Ben bir oğlana tecavüz etmiş bir adamın, herkesin önünde üreme organının kesildiğine tanık oldum." (s.332)
17. Yüzyıl'dan seslenen P. Ricaut'nun Osmanlı'da çok evlilik konusunda şöyle bir gözlem yaptığı görülür:
"İslam dininin kurucusu birden fazla kadın alınarak nüfusun artmasını sağlamayı düşünmüş olmalı? Fakat benim kanaatime göre, Türklerin çok kadınla evlilik yapmalarına rağmen az sayıda çocuk sahibi olmaları kadınların arasındaki şiddetli kıskançlıktan doğmaktadır; bu ülkede büyü ve sihir olağan olduğundan zevceler birbirlerine karşı bu silahları kullanmaktan kaçınmazlar. Öyle ki, gebe kalanlar ya çocuk düşürür ya da yavaş yavaş zayıflayarak ölür giderler; bunun sonucunda birden fazla eşe sahip erkeklerin tek eşli erkeklere nazaran genellikle daha az çocuğu vardır. Kadınlar arasındaki bu çekişme, bir çok gözü aç erkeği tek kadınla yetinmeye zorlar? " (s.238-239)
M. Bardakçı, İstanbul'da zinadan kaynaklanan ikinci idam olayının Lale Devri'nde yaşandığını, "Gümüşendaze" lakabı ile anılan Ermeni delikanlısıyla basılan İstanbul'lu Müslüman kadının şeyhülislamın fetvasıyla gizlice boğdurulup, cesedin denize atıldığını aktardıktan sonra:
"Olayın ilginç tarafı, idamın Lale Devri'nde yani ünlü şair Nedim'in genç delikanlılara 'Annenden Cuma namazına gidiyorum diye izin al, benimle Sadabad'a gel' şeklinde gazeller düzdüğü, hamamda gördüğü bir başka delikanlı için ünlü 'Hammamiye'sini kaleme aldığı, Kağıthane deresi sahilindeki saray ve köşklerde en unutulmaz eğlencelerin düzenlendiği, mumların kaplumbağaların sırtında dolaştırıldığı, yani imparatorluğun 'tatlı hayat' yaşadığı bir dönemde meydana gelmesi" (s.209) olduğunu ekler.
18. Yüzyıl'ın ilk çeyreğinde elçi eşiyle birlikte İstanbul'a gelen Lady Montagu (Türkiye Mektupları 1717-1718, Tercüman 1001 Temel Eser) yazdığı mektuplardan birinde:
"Türk kadınlarının saffetinden bahseden yazarlara hayret ediyorum. Bunlar bizimkilerden çok daha serbest? Bu kadınlar feraceyi giydikleri zaman o kadar değişiyorlar ki, en kıskanç bir koca bile eşini sokakta tanıyamıyor. Tabii ayrıca sokakta hiçbir erkek bir kadına dokunamıyor ve takip edemiyor. İşte bu maskeli kıyafet sayesindedir ki, kadınlar hiç yakalanmadan bütün ihtiraslarını tatmin etmekte tamamen serbest oluyorlar.
Aşıklarına buluşma yeri olarak Yahudi dükkanlarını seçiyorlar? Bir çok erkek hiçbir şey almaya ihtiyacı olmadığı halde sırf kadın yakalamak için bu dükkanlardan alış veriş yapıyorlar. Kibar kadınlar aşıklarına kendilerini tanıtmıyorlar. Hatta öyle ki, bir erkek bir kadınla altı ay münasebette bulunuyor da kim olduğunu öğrenemiyor? Zengin Türk kadınları kocalarından hiç korkmazlar. Çünkü onların gelirleri kendi ellerindedir.
Burada kadınlar diğer ülkelerde olduğundan daha hür ve serbest olarak, ömürlerini devamlı eğlence içinde geçiriyorlar. Bütün meşguliyetleri komşuya, hamama gitmek, devamlı masraf ederek modayı takip etmektir. Karısına biraz idareli harcamasını söyleyen kocaya deli gözüyle bakıyorlar. Bu meselede tek hakim kadının istekleri. Velhasıl kocanın vazifesi para kazanmak, kadınınki de harcamaktır. En adi tabakadan kadınlar bile bütün bu haklara sahiptir" diyor. (s.53-54 ve 132)
Yine 18. Yüzyıl'ın ikinci yarısında Türkiye'ye gelip uzun yıllar kalan Baron de Tott'un yakın dostluk kurduğu en ilginç isimlerden biri Murat Molla'dır. Tott, şeyhülislam oğlu olarak dünyaya gelen ve o sıralarda Şeyhülislamlıkta görev yapan Mollanın arzularından başka bir yasa tanımadığını söyler. Aynı zamanda çok alkol tüketen, yanında koruma görevlisi olarak nitelendirilebilecek eski katillerden birini dolaştıran, yaptığı zorbalıklarla başkalarının mallarına el koyup bir sürü kadına sahip olan bu Molla Kazasker olduktan sonra (bir süre sonra Kabe Mollası olacaktır) toplam dokuz eve sahip olur.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında M.A. Ubicini adlı yazar (Türkiye 1850, 2. Cilt) Osmanlı'da evlilik konusunda:
"Her şeyden önce Türkiye'de çok kadınla evlilik son derece nadirdir. İstanbul'da ulema sınıfı, divan ve vekiller heyeti memurları, kara ve deniz ordusunun yüksek rütbeli subayları, yüksek memurların hizmetinde çalışanların hepsi, tekaüt olmuş hizmetkarlar, çeşitli loncaların işçi ve zanaatkarları, kısaca Müslüman nüfusunun beşte dördünün ancak bir tek hanımı bulunmaktadır. Taşralarda ise, bu oran çok daha düşüktür" (s.477-478) dedikten sonra Bâb-ı Âli tarafından yaptırılan istatistikleri kanıt olarak sunar. Hatta vezir ve üst düzey memurların Avrupalıların adetlerine ayak uydurma çabası içinde olduklarını, eşleri ölse bile başka eşle evlenmeyenler olduğunu ekler. F.H.A Ubicini adlı diğer yazar ise 1855'de Türkiye (1. Cilt) başlıklı kitabında aynı yıllarda Türklerin parasız kaldıkları ve birçok kadının masrafını kaldıramayacakları için tek karılı yaşamı yeğlemek durumunda kaldıklarını söyler.
Ergun Hiçyılmaz (Eski İstanbul'da Muhabbet, 1989) Türk ve doğulu kadınlara düşkün ünlü yazar :
"Pierre Loti defterini isterseniz Türk kadınları hakkında 'Azade' romanında pek dostça sayılmayacak satırlara bakarak kapatalım" diyor.
"Türk kadınları, bilhassa kibar hanımlar kocalarına borçlu bulundukları halde sadakate hiç değer vermezler. Onları ancak kocalarının şiddeti alıkoyar. Daima can sıkıntısı içindedirler. Renkleri solgundur ve ellerine geçen bir uşağa, haremağasına, hoşlarına giden bir kayıkçıya kendilerini teslim ederler. Avrupalı gençlere pek sempati duyarlar. Onlar bunu bilseler bu kadınlardan yeteri kadar faydalanabilirler. İstanbul'daki durumum, Türkçe'yi bilişim ve lahitlerle kaplı evim, eğer isteseydim bu tip kadınların gidip gelecekleri yer olurdu" (s.84).
Bu bölümde son olarak Türkiye'de yirmi beş yıl yaşamış ve (Reji), Cumhuriyet dönemindeki adıyla Tekel Tütün İşletmesi'nin uzun bir süre yöneticiliğini yapmış Lui Ramber'in anılarından (Gizli Notlar, Tercüman) Konya'ya 1901 yılında yaptığı bir yolculukla ilgili ilginç paragraflar aktaracağız.
"Usul gereğinden olarak Mevlevi dervişlerinin reisi olan Çelebi efendiyi ziyaret etmek icap ediyor? Bahçelerle çevrilmiş bir eve giriyoruz. ..Meskenin alt katı üstü örtülü bir avludur. İçinden geniş bir ırmak geçiyor? Çelebi efendi gözüküyor. Ne şen insan! Başında deve kılından yapılmış büyük kırmızı bir külah var. İri yapılı, semiz, yakışıklı ve güler yüzlüdür. Bizi eski dostlar imişiz gibi karşılıyor ve hemen şampanya getirilmesini emrediyor. Yalnız evde lüzumu kadar kadeh yok, onların yerine garip bardaklar, hatta çanaklar getiriyorlar. Kalabalık olduğumuz için gülüşerek birkaç şişe boşaltıyoruz.
Çelebi'nin işgal ettiği yüksek mevki babasından kalmadır? Hükümdar değişecek olursa Çelebi Efendi yeni Padişah'ın tahta çıkma törenine katılır ve onun beline kılıç takar. Mühim ve dini bir görevin başında bulunmakla beraber Çelebi efendi içkiye meraklı bir insandır. Yanaşılması kolay genç Avrupalı kadınlara düşkünlüğü fazladır. İzmir'e bir artist veya canbaz takımı gelecek olsa dostları, aralarında en güzelini seçerek şimendiferle hemen Konya'ya gönderirler? Geçenlerde İzmir'den geçen bir Fransız vodvil kumpanyasının iki genç Fransız kadını Çelebi Efendi'nin hesabına Konya'ya gönderilmiş. Talihsizlik eseri olarak sofu bir adam olan vali de o sırada istasyonda imiş. Bu kadınları hemen geldikleri yere göndermiş." (s.101-102)
Görüldüğü üzere insana özgü cinsellik ne Şeriat düzeni tanıyor ne de başka bir düzen. Aydınlanmış ve özgür bir düşünce yapısıyla dışa açık ve demokratik erdemlere sahip insanlar açısından kadın erkek ilişkisi de diğerleri gibi dürüstlük ve karşılıklı anlayış üstüne oturmak durumunda.
Yeri gelmişken anımsatalım. Dünya toplumsal tarihinde Şeriata boyun eğilen ülkelerde hiyerarşik düzenler vardır. Oysa hiyerarşi demek bir bakıma ahlaki zafiyet demektir. Başka bir deyişle herhangi bir hiyerarşi anlayışının egemen olduğu toplumsal düzenlerde insanların karakter açısından özgürce gelişebilmeleri olanaksızdır. Dolayısıyla bu türden yapılanmalarda istisnalar dışında o topluluğun üyeleri kişiliksiz, iki yüzlü ve ahlaksız bir varlık olmaya mahkumdur. Öyleyse bilimsel bir bakış açısı doğrultusunda: modern toplumlarda bireyin özgür iradesiyle boyun eğdiği vicdan özgürlüğü ya da inanç ve akılcı ahlak anlayışı dışında, insanların, geçmişte sözcüğün gerçek anlamında bir inanç ve ahlak anlayışına sahip olabildiklerine inanmak çok zordur. Çünkü çok yakın bir döneme kadar merak ve sorgulama duygusundan yoksun geleneksel zihniyet kendinden olmayanı dışlamak gibi kurala boyun eğdiğinden kişinin ait olduğu topluluğun dışına itilmesi bir bakıma ölüme mahkum edilmesi demekti. Tarih bu konuda bize sayısız örnek sunmaktadır.