Bu yaz tatilinde dümenimizi Akdeniz’in mavi sularına çevirdik.
Akdeniz’in yüzlerce gizli cenneti var. Biz de bu gizli cennetlerden Olympos’u seçtik. Olympos, deniz kıyısında kurulmuş bir antik kent. Eşsiz bir doğaya sahip. Olympos’ta betonlaşmaya izin verilmiyor. Bu yüzden konaklamak için bungalovlar var. Bu yüzden bizim için bu sene bir farklılık olacaktı.
Sabahın ilk saatlerinde yola koyulduk. İyi ki öyle yaptık; çünkü hava biraz olsun serindi hem de daha çok yer gezebilecektik. Denizli’ye gelene kadar arabada biraz kestirdim ki bol bol enerjim olsun. Denizli’den sonra, sürekli pencereden dışarıya baktım ki hiçbir şey kaçırmayayım.
Korkuteli yolunda tarlalarda açık yeşil ve beyaz renkte bitkiler dikkatimizi çekti. Ne olduğu uzaktan belli olmuyordu ama çok hoş renkleri vardı. Arabayı bir kenara çektik ve babam tarladan bir dal kopardı. Koklayınca anladık ki bu bitkiler anason. Anason kokuları arasında yolumuza devam ettik.
Uzun bir yolculuğun ardından Antalya’ya vardık. Tabi Antalya’ya varır varmaz nemi üstümüzde hissettik. Nem gerçekten fazlaydı. Antalyalılar buna nasıl katlanabiliyor gerçekten merak ediyorum. Kent merkezine girmeden sol yanımıza Konyaaltı Plajı’nı alarak yönümüzü Olympos’a çevirdik. Kent merkezinde, iş ya da okul çıkışı denize girebilmenin ne kadar güzel olduğunu düşünerek yolumuza devam ettik. Antalya çıkışında bir mola verdik. Çınar ağaçları arasındaki bir gözlemecide oturduk. Burası gerçekten çok hoştu. Ağaç evlerin de bulunduğu gözlemecide bir yer sofrasına oturduk. Bu gözlemecinin sahibi her oturma yerine bir isim vermiş. Bizim oturduğumuz yerin ismi Molla Musa idi. Gözlemelerimiz de gerçekten çok güzeldi. Yediğim en güzel gözlemelerden biriydi…
Karnımızı doyurduktan sonra yolumuza devam ettik ama artık deniz molası vermemiz lazımdı. Antalya’ya gelmişken Phaselis’e uğramadan olmaz deyip upuzun çam ağaçlarının arasından antik koya yöneldik. Phaselis, üç limanı olan antik bir kent. Bu antik kentin bir kısmı sular altında kalmış. Bu yüzden dalgıçlar için muhteşem bir yer. Küçükken buraya gitmişiz ama tabii ki ben hatırlamıyorum, bu yüzden Phaselis için çok heyecanlıydım. Giriş ücretini ödeyip girdiğimiz Phaselis’te bizi ağustos böceklerinin sesi karşıladı. Antik kalıntılar arasında bol bol fotoğraf çekildikten sonra kendimizi orta limana attık. Serin bir deniz beklerken tam tersine deniz sıcacıktı. Sıcaktan serinleriz diye düşünmüştüm ama o kadar da serinlediğimiz söylenemez. Yine de deniz çok güzeldi. Denizin altında kalan tarihi yapılar balıkların yaşam yuvası olmuş. Ben de kendimi balıkların ve tarihi eserlerin arasında buldum. Ellerim buruş buruş olana kadar denizden çıkmadım, sualtı makinemizle de rengarenk balıkları çektik. Phaselis’ten hem hatıra olsun diye hem de anahtarlık koleksiyonum için bir anahtarlık aldım. Bu güzel antik kenti bırakmak istemezdim ama daha göreceğim başka güzellikler vardı.
Kısa bir Kemer turundan sonra kalacağımız yere ilerledik. Sonunda Olympos tabelasını gördük ve ayrımdan döndük. Ağaçlar arasında, kıvrıla kıvrıla aşağıya inen asfalt yol bizi sonunda Olympos’a ulaştırdı. Bir dağın yamacındaki Olympos’ta ne çok konaklama yeri varmış! Tabelalara baka baka ilerledik. Sonunda Sheriff Pansiyon yazısını gördük. Bizi güler yüzle karşıladılar. Çok güzel bir yerdi burası. Portakal, nar ve limon ağaçları arasında… Dağın eteklerinde olduğu için serindi de. Hamağımız da vardı. Odamız da gayet temiz ve güzeldi. Bir oda ve bir banyodan oluşuyordu. Küçük ama kullanışlı bir oda… Klima da vardı.
Yemek saatine kadar odamızda dinlendik. Karnımız da acıkmıştı, neyse ki yemek saati hemen geldi. Sıraya girerek aldığımız yemekleri ağaçların altındaki ahşap masalarda afiyetle yedik. Yemekler lezzetli, aile bireylerinden oluşan personel de güler yüzlüydü.
Enerji depoladıktan sonra yemek yerken gözüme kestirdiğim bileklikçiden kendime ve arkadaşlarıma bileklik aldım. Sonra gece yürüyüşü yaptık. Birçok eğlence mekanı da olan Olympos daha çok gençlere hitap eden bir yer ama son yıllarda artık bizim gibi ailelerin de sayısı artmış. Ayışığı altındaki yürüyüşümüzün ardından bungalovumuza geçtik. Temiz hava ve yorgunluğumuzun etkisiyle hemen uyuya kalmışız.
Gözlerimizi Olympos’ta açtığımız ikinci günümüz de dolu dolu geçecekti. Enerjimiz hiç bitmesin diye güzel bir kahvaltı yaptık. Taze sıkılmış, buz gibi portakal suyu tam aradığım şeydi. Kahvaltının hemen ardından Olympos Antik Kenti’ne doğru yola çıktık. Tabii ki bu yolun sonu fotoğraflarını önceden gördüğüm enfes bir denize varacaktı. Olympos Antik Kenti’nin içinden akan Akçay’ın yanından yürüyerek denize ulaşılıyor. Antik kentin içinde, hiç abartmıyorum, yüzlerce fotoğraf çektik ve çekildik. Yaklaşık bir kilometrelik keyifli yolun sonu masmavi bir denize çıktı. Uçsuz bucaksız bir sahildi. İnsanlar kendini ya denize ya da gölge bir yere atmıştı. Biz de plajın en yeşil yerinden kendimizi denize attık. Denizin bazı kısımlarında giriş kayalık bazı yerlerinde ise taşlıktı. Pek fazla kum alan yoktu ama deniz tertemizdi. Bol bol yüzdükten sonra bungalovumuza geri döndük, çünkü daha göreceğimiz yerler vardı.
Bir süre dinlendikten sonra Kumluca’ya gittik. İşlerimizi halledip biraz dolaştıktan sonra çok merak ettiğim Adrasan’a doğru yola koyulduk. Biz gelmeden bir hafta öncesinde Adrasan’da çıkan yangını izlemiştik televizyonlarda. Karşılaşacağımız manzarayı az çok biliyorduk ama o yanık kokusunu duymak, yemyeşil tepeler arasında kalan simsiyah alanı çıplak gözle görmek çok üzücüydü.
Ormanlarımızı kaybetmemek için daha dikkatli davranmamız gerektiğini düşünerek plaja doğru ilerledik. Büyük tesislerin istila etmediği Adrasan’ın denizine de bayıldım. Girişi taşlarla olsa da ilerisi kum... Minik minik birçok balık sürü halinde dolaşıyor. Benim gibi denize atlamayı seviyorsanız bunun için çok sevimli bir iskelesi var. Denizden çıkmak istemedik ama maalesef hava kararıyordu.
Akşam yemeğini bu kez masada değil bahçedeki yer sofralarından birinde yedik. Çok güzel müzikler çalıyordu; hem müziğin keyfini çıkardık hem de minderlerin üzerinde yorgunluğumuzu attık. Tavla oynayarak da keyfimize keyif kattık. Yarın bizi güzel bir tekne turu bekliyordu. Tekne bizi sabah erken saatte alacağı için çok geç olmadan yattık.
Ve tekne turu günü... Bu gezinti için çok heyecanlıydım. Yepyeni koylar keşfedecektim. Tekne bizi Olympos sahilinden küçük bir botla aldı. Teknemiz bu sefer bir aile teknesiydi, kalabalık değildi. Teknelerden başka kimselerin olmadığı koylarda konakladık, yukardan bakılınca denizin metrelerce aşağısı görülebilen Akvaryum Koyu’nda lezzetli balıklarımızı yedik, masmavi sularda bol bol yüzdük. Son uğradığımız yer ise bir koy değil mağaraydı. Bulutlara yükselen kocaman bir kayanın denizle buluştuğu yerde biri büyük biri küçük iki mağara vardı. Tekneden atlayıp yüzerek mağaranın içine girdik. Sesimiz çok güzel yankılanıyordu. Mağaranın bir ucundan girip bir ucundan çıkılabiliyordu. Büyük bir mağaraydı. Mağaranın keyfini çıkardıktan sonra tekne bizi yine küçük bir botla Olympos sahiline bıraktı. Ama sahil sabahki gibi sakin değildi, iğne atsan yere düşmezdi. Tüm Antalya buraya gelmiş gibiydi. İnsan labirentinin arasından zar zor yolumuzu bulduk ve bungalovumuza geri döndük. Bu akşam pansiyonda mangal partisi vardı. Mükemmel bir haber! Eğlenceli bir akşam geçirdik. Bu gece son gecemizdi.
Ertesi sabah Olympos’ta son kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan hemen sonra hazırlanmaya başladık. Bu sefer dönüş yolumuz sahildendi. Denizli’den aşağıya inerek geldiğimiz Antalya’dan sahil yoluyla, geze geze dönecektik. Tüm eşyalarımızı topladık ve zor da olsa Olympos’a veda ettik.
Dönüş yolunda mavinin onlarca tonuyla karşılaştık. Kaş’ta serinlemek için bir mola vermeye karar verdik. Kaş gerçekten çok güzel bir yerdi. Kaş’ın çıkışına yakın bir yerde denize girdik. Kaş’ta hiç kum yok taşlık ama bu taşlar beyaz ve sahilde çok güzel bir görüntü oluşturuyor. Denizin renginin de bu kadar güzel olmasında rolü var tabii…
Kaş’ta bembeyaz köpüklü dalgalar arasında serinledikten sonra yolculuğumuza devam ettik. Yolculuğumuz sırasında Kaputaş Plajı’nı göreceğimizi biliyorduk. Kaputaş Plajı birçok yazıda okuduğum kadarıyla Türkiye’nin en güzel plajıymış. Plaja 187 basamak indikten sonra ulaşılıyormuş. Bu yüzden çok merak ediyordum. Ve sonunda o tabela: Kaputaş. Plaj yolun hemen kenarında bir yerde. Bir otoparkı bile yok o yüzden yolun kenarına arabayı park ediyorsun. Yukarıdan plaja baktık. Mavinin her tonu görünüyordu. Gerçekten müthişti. Orada denize girmek isterdik ama 187 basamak az değil. Zamanımız da kısıtlı olduğu için yukarıdan fotoğraf çekmekle yetindik. Ama bir dahaki sefere kesinlikle Kaputaş’ta denize gireceğiz.
Kaputaş’ın eşsiz manzarasından sonra uzun bir süre denize girmeden Fethiye’ye kadar ilerledik. Fethiye’nin Çalış Plajı’nda bir kez daha denize girdik. Geçen sene yaz tatilinde Fethiye’ye gelmiştik ama Çalış Plajı’nda denize girmemiştik. Eksiği bu sefer tamamlamış olduk.
Çalış Plajı o gün gireceğimiz son deniz oldu. Uzun bir yolculuk bizi bekliyordu. Direksiyonu eve çevirecektik ama bir değişiklik oldu ve Kuşadası’na doğru yola koyulduk. Bizi Muğla’da gök gürültü sağanak yağış karşıladı. Temmuz’un sonunda gök gürültülü sağanak yağış bizi şaşırttı. Bizi serinletti bu yağmur ama ıslak yollar da bir hayli tehlikeliydi.
Muğla’dan çıkınca karabulutlar yerini güneşe bıraktı. Aydın Çine’de geleneğimiz haline gelen çöp şiş yemeden olmaz tabii ki... Akşam yemeğimizi de yedikten sonra, kısa bir yolcuğun ardından Kuşadası’na vardık. Orada teyzemlerde geçirdiğimiz iki günün ardından yine el üstünde tutulduğumuz ve dedemin nefis kahvaltısıyla ünlü Seferihisar Doğanbey’deki Babaanne Pansiyon’a geçtik… Ve böylece Akdeniz’de başlayan yaz tatili maceramız Ege’nin bildik sularında sona erdi.