Modern demokrasiler ve gerçek demokrasi 10
Yazar: Oğuz Adanır
Yeryüzünde kimi toplumların diğerlerine oranla daha önce belli bir refah düzeyine ulaşmaları, oldukça önemli bireysel hak ve özgürlüklerle, kolektif yükümlülüklere sahip olmaları onları bir kereliğine hiç değişmemek üzere dünyanın en demokratik toplumları haline getirmemiştir. Zira daha önce de söylediğimiz gibi gelişme, evrim gibi henüz kısa bir geçmişe sahip (yaklaşık 300 yıl), Avrupanın Aydınlanma döneminde ortaya çıkan kavramlar olup kalıcı bir niteliğe sahip olup olmadıkları tartışmaya açıktır. Çünkü 20. Yüzyılda çok sayıda örnek bunun tartışmalı bir konu olduğunu açık bir şekilde göstermiştir.
Burada Nietzschenin sonsuz döngü deyimi ya da kavramından esinlenebiliriz. Buna göre toplumlar bir bakıma her kuşakla birlikte yeniden doğar ve her şeyi sıfırdan başlayarak yeniden öğrenirler. Öyleyse demokrasinin kalıcı olabilmesi ve gelişmesi için her kuşak tarafından sorgulanması, her kuşağın belli sorumluluklar ve yükümlülükler üstlenmesi gerekmektedir. Demokratik bir düzen uzun çabalar sonunda bir kez şöyle ya da böyle oluşturulduktan sonra kendi haline bırakıldığında süreç kendiliğinden devam etmemekte, kuşaklar değişirken ülkeyi yönetenler de demokrasiyi değişik şekillerde deforme edebilmektedirler. Öyleyse demos ya da halk gözünü politikadan ayırmamak ve onu sürekli olarak denetlemekle yükümlüdür. Gerçek anlamda demokratik bir düzen isteyen bir halkın en önemli görevlerinden biri bu denetim işidir.
Bu konuda Antik Yunandaki yarı-ilkel kent demokrasilerine baktığımızda bunlarda süreklilik taşıyan bir demokratik gelişme bir yana, tam tersine bu düzenlerin tarihin derinliklerine gömüldüğünü ve ortaya yaklaşık 1500 yıl sonra yeniden çıkmış bir demokrasi kavramından söz etmek gerekmektedir.
7-800 yıl kadar süren, az da olsa kısıtlı da olsa kimi demokratik nosyonlara sahip ve Antik Yunanistandan en önemli farkı İmparator dışındaki tüm yöneticilerin belirlenmesinde halkın müdahale olanağına sahip olduğu bir başka yarı-ilkel demokrasi örneği de Çin olabilir. En azından son 500 yıl boyunca nüfusu her zaman birkaç yüz milyonun üstünde olmuş ve XIX. yüzyılın ikinci yarısında 500 milyonu geçmiş bu ülke görece sakin, huzurlu bir yaşantı sürdürmüştür. 19. Yüzyılda büyük bir sıkıntı çekmeden yüz milyonlarca insanı doyuran Çinde neredeyse kendiliğinden denilebilecek bir tür yarı-ilkel bir demokratik yaşam sürdürülmüş ancak Avrupa ülkelerinin bu ülkeye saldırıları, 20. Yüzyıldaki modernleşme girişimleri vs bu düzeni tamamen yıkmasa bile muhtemelen büyük ölçüde yıpratarak bugün dışarıdan bakıldığında komünizm adı altında modern olarak adlandırılan başka bir zihinsel/kültürel yapılanmaya geçilmiş gibidir.
Görüldüğü gibi demokrasilerin bir süreklilik kazanması toplumların zihinsel/kültürel, düşünsel yapılarıyla doğru orantılıdır. Bugün dünyanın en demokratik, en bilinçli olarak nitelendirilebilecek toplumlarında bile nüfusun üç ya da dörtte biri gibi bir kitle demokrasi kavramını özümseyip, içselleştirmek yerine onu hafife alabilmekte hatta yadsıyabilmektedir. Dolayısıyla bu toplumların da demokrasi konusunda yapmaları gereken daha çok şey olduğu söylenebilir.
Türkiye, Brezilya, Güney Kore vb konumdaki ülkelerde insan hakları ve özgürlükleri genelde maddi koşullardan sonra gelmekte ve bu sonunculara öncelik tanınmaktadır. Bu ülkelerde ulusal bir burjuvazi ya da onun yerine geçebilecek herhangi bir toplumsal güç olmaması demokratik yapılanmayı geciktirmekte ya da atıl bir konumda bırakmaktadır. Bu toplumlarda ekonomi politik değil politik bir ekonomi anlayışı geçerli olduğundan insanlar gelişme kavramını çoğunlukla ekonomi kavramıyla özdeşleştirip, bununla yetinmektedirler.
Toplumsal barış ve huzur, çalışıp, üreten tüm bireyler ya da büyük bir çoğunluğun insanca yaşama hakkına, belli özgürlüklere sahip olması henüz bu toplumların büyük bir çoğunluğu tarafından onay görmeyen düşüncelerdir. Yalnızca işveren kesimi değil, bizzat çalışan kesimlerin önemli bir bölümünün ne yazık ki bu görüşte oldukları söylenebilir. Japonya, Güney Kore, Türkiye, Brezilya gibi ülkelerde toplumların çoğunluk olarak nitelendirilebilecek kesimi muhafazakardır. Ancak bu ülkelerde muhafazakar olmak ahlaklı olmak anlamına gelmemektedir, tıpkı ilerici ya da devrimci olmanın kendiliğinden ahlaklı olmak anlamına gelmemesi gibi.
Sonuç olarak, gerçek demokrasiye giden yolların ne kadar kaygan ve çetin olduğu ortadadır. Bilinçli toplumlar bitmek, tükenmek bilmeyen bir enerjiyle gerçek bir demokrasi oluşturmak ve onu korumak durumundadırlar. Bu bir düş olmakla birlikte tarih bize toplumların pek çok düşü yaşama geçirdiklerini göstermiştir.