Modern demokrasiler ve dini inançlar 7
Yazar: Oğuz Adanır
Çağdaş demokrasilere özgü insani ve ahlaki değerler penceresinden bakıldığında kim olduğunuzun örneğin, herhangi bir etnik gruba, dini inançlara sahip bir cemaate mensup olup olmadığınızın hiçbir önemi yoktur. Önemli olan iyi bir insan, iyi bir yurttaş, sorumluluk sahibi bir birey olup olmadığınızdır.
Bu yüzden politikacılar halka, kitlelere nasıl hitap edeceklerine çok dikkat etmek durumundadırlar. Zira bir etnik gruba, bir dini cemaate ya da profesyonel bir yönetici kesime ait bir birey otomatik denilebilecek bir şekilde iyi bir insan, iyi bir yurttaş, sorumluluk sahibi bir birey olmayabilir.
Evet herhangi bir etnik gruba, dini inançları olan bir cemaate ya da bir sivil toplum örgütüne mensup bir yurttaş da iyi bir insan olabilir. Öyleyse din, inanç kökenli ya da başka bir kimliğe vurgu yaparak konuşmak yanlıştır.
Son yıllarda Arap baharının yaşandığı Tunus, Mısır, Yemenle İran, Irak ve Suriye gibi ülkelere bakıldığında ilk üçünde insanların bir kesiminin mevcut yönetim ya da hükümetlere karşı isyan etmeleri bu çerçevede nasıl değerlendirilebilir? Bunlar iyi Tunuslu, Mısırlı, Yemenliler midir ya da iyi Müslümanlar, iyi Hıristiyanlar ya da Yahudiler midir vs? Bu durumda yönetimdekiler ve yandaşlarının kötü insanlar, kötü Müslümanlar, Hıristiyanlar ya da Yahudiler, vs olması gerekmez mi? Bunun tam tersi de söylenemez mi?
İran, Irak, Suriye gibi yoğun şiddet eylem ve olaylarıyla karşılaşılan ülkelerde iyilik ve kötülük kavramları inanç üzerinden değerlendirilebilir mi? Bu durumda İslamiyetin her iki tarafa da birbirlerini yok etmelerini söylediğini kabul etmek durumunda kalmaz mıyız? O zaman da İslamiyetin bir dini inanç biçimi olarak yara alması kaçınılmaz hale gelmez mi? Öyleyse kitlelere seslenirken sunulan örneğin dini inanç gibi yanlış bir referansa dayandırılması konunun çok yanlış bir şekilde anlaşılmasına ve yanlış sonuçlar çıkartılmasına yol açabilir.
Dolayısıyla günümüz dünyasında dini inançları politik bir söylev çerçevesinde istismar etmek özetle bölücülükten başka bir şey değildir. Üstelik bu iş demokratik değerlerin henüz kök salmadığı bir toplum bünyesinde yapılıyorsa daha da tehlikelidir. Çünkü böyle bir yaklaşım tüm toplumsal kesimleri birbirlerine karşı aynı şekilde davranmaya yani bir ayrışmaya itebilir.
*
1946 yılında ünlü İtalyan yönetmen R. Rossellini tarafından çekilen Paisa (Ülkem) adlı film savaş sırası olarak adlandırılabilecek bir dönemde İtalyan halkının içinde bulunduğu toplumsal, politik, ekonomik ve ahlaki durumu özetlemektedir. Filmin 5. bölümünde Savaş nedeniyle İtalyada bulunan biri Katolik üç Amerikalı askeri din görevlisi bir Ortaçağ manastırını ziyarete gider. Hem tarihi mekanı hem de içindeki Katolik din adamlarını görüp, onlarla görüşmek isterler. Bu arada mevcut kıtlık nedeniyle yanlarında yiyecek türü şeyler götürürler. Manastır çok yoksuldur ancak ne yapıp edip konuklarını doyuracak yemek çıkartmayı başarırlar. Tam yemek öncesinde başrahip Katolik Amerikalı görevliye diğer iki arkadaşının da Katolik olup olmadığını sorar. Birinin Protestan, diğerinin Yahudi olduğunu öğrenince rahipler bu iki arkadaşının dini inançlarını yok sayan sözcükler sarf ederler. Amerikalı Katolik subayın onların çok iyi dost ve insanlar olduklarını söylemesi rahiplerin kararını değiştirmez. Yemek sırasında konuklar yemek yerken rahipler yemek yemezler. Nedenini merak eden konuk Katolik subaya Tanrının manastıra gelen diğer iki dinsizi dinlerine kazandırması amacıyla oruç tutmaya başladıklarını söylerler.
Bu örnekte belli bir dini inanca sahip kişilerin, bunlar din adamları olsa bile, kendi dininden olmayanları insan olarak görmedikleri gibi bir sonuçla karşılaşılmaktadır. Bu din adamları manastırlarından çıkmadıkları ve günahkar dünyaya karışmadıkları sürece dinsizler ve günahkarlarla aynı havayı solumak zorunda kalmazlar. Ancak bu durum onları kendi arzu ve iradeleriyle manastır adlı küçük bir mekana kapanmaya ve gerçek dünyadan uzaklaşmaya itmektedir. Bu kişiler din adamı olabilirler ancak ne kadar insan oldukları bir tartışma konusudur.
Oysa din adamı olmak yerine politikacı olmayı seçenler dinsizler ve günahkarlar arasında yaşamaya, onlara katlanmaya mahkumdur. Modern demokrasi böyle bir şeydir. Böyle bir demokrasi anlayışına sahip olmayanlar ya politikayı bırakmalı ya da oyunu çağdaş dünyanın kurallarına göre oynamalıdırlar. Din adamları ve politikacılar ayrı dünyaların insanlarıdır. Bunlardan biri aynı zamanda her iki rolü de oynamaya kalkıştığında hem dinin suyu çıkmaktadır hem de politikanın.
Ülkemizde politika dünyasına adım atmak isteyen ve görünüş olarak diğerleri üstünde inançlı bir kişi izlenimi bırakan insanların öncelikle Makyavelin Prensini okumaları gerekmektedir. Diğer siyaset bilim metinlerini okumalarında da bir sakınca yoktur. Zira politikanın doğrularıyla inançlı kişinin doğruları kesinlikle aynı değildir. Örneğin, tarihte kimi politikacılar toplumsal çıkarlar adına dini inançları ya da Tanrıyı es geçip savaşlar çıkarmışlar ve sonrasında tapınaklar inşa ettirip, günah çıkartarak bu suçlardan arınacaklarını düşünmüşlerdir.
Tanrı bu insanları lanetlemese bile tarihin lanetlediğini yadsıyabilmek olanaksızdır.