Kalıcı demokrasi kültürü - 6 2013-09-12 00:00:00
Yazar: Oğuz Adanır
Son dört yazımızda ülkenin güneydoğusunda yaşananlarla yakın ve uzak coğrafyalarda (Irak, İspanya, İrlanda, Fransa) olan bitenleri ele alarak o ülkelerde yaşananların sonuçlarının kökenlerinde hangi nedenlerin bulunduğunu irdelemeye, göstermeye çalıştık. Her ülkede sorunun: etnik, ırkçı, inanç-din ayrılığı, çıkarlar gibi tek bir ya da birden çok nedeni kapsayabildiğini gördük. Bu nedenlerin daha çok şiddet olaylarını başlatabilmek için çoğunlukla bir bahane olarak kullanıldığını anladık.
Zira Irak hariç Avrupa ülkelerinde görülen ayrılıkçı şiddet hareketlerinin istisnasız hepsinde her iki tarafta yer alan insanların büyük bir çoğunlukla her seferinde şiddet olaylarına toplu halde müdahale ederek hayır dediklerini ve sürecin politik ve demokratik yöntemlerle sürdürülmesini istediklerini saptadık. Bu şiddet sürecini genelde fanatik, Ortodoks ya da dogmatik bir bakış açısına sahip ulusçu ve benzeri şekilde nitelendirilen tarafların başlatıp sürdürmeye çalıştıklarını ancak hiçbir Avrupa ülkesinde tam olarak amaçlarına ulaşamadıklarını gördük.
Zira bunların hiçbir esneklik taşımayan katı bakış açıları ve davranış biçimlerine önce bizzat aynı ırk, etnik gruba ait olan ya da aynı dil ve aynı inancı paylaşan insanların yani başlangıçta varsayımsal bir şekilde onlardan yana oldukları söylenen insanların karşı çıktığını gördük. Örneğin, ada halkının çoğunlukla kalıcı bir barış ve ulusçu bir tavrı benimsemiş gibi göründüğü Korsikada bile aynı insanların büyük bir çoğunluğu Fransadan hiçbir şekilde kopmaktan yana değildir. Ulusçu tavrı son dönemde onaylayanların bu şekilde davranmalarının nedeniyse adadaki sorunların daha kolay ve kısa sürede çözümlenebileceğini düşünmeleridir.
Başka bir deyişle şiddet ya da terör hiçbir ülkede sorunların çözülmesini sağlamadığı gibi işlerin daha da karmaşıklaşmasına yol açmaktan başka bir şey yapmamıştır. (Örneğin, İsrail-Filistin arasındaki bizce kan davasına dönüşmüş şiddet olayları radikal bir bakış açısı değişikliği olmadığı takdirde sonsuza dek sürebilir).Yakın coğrafya olarak nitelendirdiğimiz Irakta demokratik yani tarafların kolektif iradelerine bağlı bir çözümden söz edebilmek mümkün olmayıp, mevcut durum bu bakış açısını doğrular niteliktedir.
Türkler, Kürtler ve tüm diğer etnik grupların tarihte kaynaşarak sıra dışı bir kolektif manzara, bir sentez oluşturdukları Türkiye gibi bir ülkede ırkçı ve ayrılıkçı tavrın kökeninde ne vardır? 20. Yüzyıl başlarında herkes Osmanlıdan bir ulus devlet çıkamayacağı konusunda hem fikirdir ancak yüzyıllar boyunca bir ulus devlete benzemeyen bu imparatorluğun hangi insani enerji ve anlayış sayesinde ayakta durabildiğini kimse açık ve somut bir şekilde açıklayamamaktadır. Öte yandan Osmanlı düzeninin ulus devlet kavramına en uygun yapılanmalardan birine sahip olduğu bizzat yakın bir gelecekte yüz yaşını dolduracak olan cumhuriyet kanıtlamış durumdadır. Öyleyse sorun nasıl bir zemine oturtulabilir?
Örneğin, 19. Yüzyılın son çeyreğinde Avrupayı sarıp sarmalayan ve zaman içinde ırkçı bir görünüme bürünen milliyetçilik Anadolu topraklarında da tartışmalara yol açmış ve ancak Cumhuriyetin kurulmasından sonra resmi bir nitelik kazanmıştır. Enver Paşa ve Güneş Dil Kuramı gibi örnekler daha çok romantik nitelikte olup Mustafa Kemalin böyle bir dil kuramını desteklemesi ancak değişik etnik gruplara mensup Anadolu insanlarını bir araya getirme ya da kaynaştırma amaçlı olabilir yoksa ayrıştırma değil. Buna karşın onun ölümünden sonra sürecin tam aksi yönde ilerlediği yani ırkçı bir nitelik kazandığı söylenebilir. II. Dünya Savaşı sırasında Ankaraya gelen Von Papenin ardından Türkçülük ya da Türk milliyetçiliği olarak nitelendirilebilecek ilk yasal ve resmi girişim 1960lı yılların sonuna doğru komünizmi engellemeye yönelik olduğu söylenen Ülkü Ocakları gibi görünmekle birlikte, olayın 1946-48 yılları arasında başladığını ve Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif, Behice Boran, Pertev Naili Boratav gibi isimlerin üniversiteden uzaklaştırılmasıyla hız kazandığı söylenebilir.
Önemli ve ilginç olduğu söylenebilecek bir başka noktaysa Türkçülüğün ilk önemli kuramcılarıdan birinin Kırımlı (Yusuf Akçura), birinin Kürt (Ziya Gökalp) ve birinin de Yahudi (Munis Tekinalp) asıllı olmasıdır. Bu üçlü bu bağlamda başlı başına bir inceleme konusudur. Ancak sürecin zaman içinde solcu ve halkların birlikteliği gibi bir görüşü paylaşan Kürt kökenli gençler ve yurttaşları etkileyerek ırkçı bir Türkçülük karşıtı ırkçı Kürtçü harekete dönüştüğü görülmektedir.
Bu süreçte ön plana çıkan en önemli şey Cumhuriyetin Güney Doğudaki ağalık düzeninin ortadan kaldırılarak demokrasi, insan hakları, ekonomik gelişme, eğitim düzeyinin yükseltilmesi, vb sorunlar üstüne eğilmesini sağlamak yerine Kürtçe ve Kürt kökenli yurttaşların haklarından söz edilmeye başlanarak, asıl sorunların ikinci plana atılması ve kanlı bir mücadelenin karşılıklı yanlış adımlar atılarak başlatılması ve uzun yıllar boyunca sürdürülmesidir. Dil olarak bugün tek bir Kürtçeden söz edememekle birlikte Türkiyede kağıt üzerinde Kürtçe'nin yasaklanması Cumhuriyet tarihi boyunca milyonlarca Türk ya da başka kökenli yurttaş arasında insanların kendi anadillerini öğrenmeleri ve konuşmaları konusunda sessiz bir consensus oluşturmasına yol açmış ve çok büyük bir çoğunluk anadil konusunda Kürt kökenli yurttaşlara sessiz bir destek vermiştir.
Zira gerçek bir yasaklama olsaydı bugün o bölge insanlarından hiç birinin Kürtçe konuşmuyor olması gerekirdi. Bu yasaklamayı bir anlamda bugünün trafik ya da sigara yasağına benzetebilmek mümkün. Kağıt üzerinde bir yasak var, ancak uygulama konusunda herhangi bir denetim (belki belli bölgeler dışında) ya yok ya da yok denilecek kadar az.
Günümüzde Güneydoğudaki insanların konuyla ilgili olarak gerçekten ne düşündüklerini ne istediklerini bilebilmek, söyleyebilmek kolay değil, çünkü ne bölge insanı ne de daha genelinde ülke insanı gerçek anlamda özgür, demokratik bir kafa yapısına sahip değil. İnsanlara belli görüşlere sahip olma konusunda her iki taraftan da ya baskı yapılabiliyor ya da çeşitli şekillerde tehdit edilebiliyorlar. Dolayısıyla Güneydoğuda yaşayan insanların önemli bir bölümü bir çözüm önerisi üretmekten çok dayatılanlar arasında sıkışıp kalabilir. Bunun da gerçek bir çözüm olamayacağı ortada. Gerçek çözüm yalnızca Kürt kökenli yurttaşlarla diğer Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının gündelik yaşamda onaylayabileceği türden bir şey olabilir.