Sevdiğim şehir, senin yanın...
Yazar: Konuk Yazar
Nazlı Kayı
Ä°ZKA Kurumsal Ä°letiÅŸim Sorumlusu
EXPO İletişim Koordinatörü
İzmir’e yeni geldiğim zamanlardı. Bir taraftan İstanbul’a dönmek istiyordum, bir taraftan da bir şeyler beni tutuyordu. Hayır, hayır... Aslında, birileri beni tutuyordu. Tam o birilerini düşünürken kapı çaldı. Ya gelen oysa!
Oydu...
Bu durumda “iyi insan, düşünülmesinin üzerine gelirmiş” diye bir atasözü söylenebilir. Böyleydi değil mi atasözü? Eğer o kişi, cümle içinde kuramadığınız, ama düşünce içinde istediğiniz gibi kurgulayabildiğiniz biriyse, evet, atasözü tam da böyleydi.
- Sen? Şaşırdım...
Bu sadece cümlenin akıldan dile akan kısmı.
Cümle, içimde Oruç Aruoba’nın şiirindeki gibi “Sen, O’sun. O, Sen’sin. Sen’sin, O” diye tamamlanıyor.
“İzmir’e yeni gelen biri, şehri gezmek istemez mi?” diyor.
Düşünce sesi: “ İster de, şehri seninle objektif olarak gezemez ki. O zaman sadece sevdiğim şehir, senin yanın olur.”
Konuşma sesi: “Peki” diyor.
Ayrıntıları geçiyorum.
Nasıl elim ayağıma dolaştı, nasıl potlar kırdım ve nasıl çaktırmamaya çalıştım, anlatmayayım...
Evet, İzmir turumuza başlıyoruz.
Öncelikle Saat Kulesi'ne gidiyoruz, geçiyoruz karşına, bakıyoruz. Soruyorum:
- Ne yapıyoruz?
- Bakıyoruz... Tarihi hissetmeye çalışıyoruz. 1901 Yılında II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılı için yaptırılmış...
Bakıyorum ben de, ona rağmen konsantre olmaya çalışarak. Birden önünden kaç kere öylesine geçtiğim Saat Kulesi'nin büyüklüğü önünde küçülüyorum.
Gerçekten de yelkovan ilerledikçe, sanki “ben tarihim” der gibi bakıyor insanlara. Bir tık, bir tık daha, biraz daha tarih, biraz daha tarih. Aklımdan binlerce şey geçiyor. Dalıp gidiyorum, sesiyle irkiliyorum:
- Hadi, vapuru kaçıracağız. Tarihe bak dedik de, tarih ol demedik...
Koşarak hareket etmek üzere olan vapura atlıyoruz. Bir huzur kaplıyor içimi. İzmir’in içinde ben; benim içimde o. Gözlerime bakıyor. İçim heyecanlanıyor, şimdi bir şey söyleyecek. Ne derse hazırım, “Ben de” diyeceğim, “Evet” diyeceğim. Ama o “Cordelio” diyor.
- Cordelio mu?
İyi bir şey söyledi herhalde, şimdi anlatmaya başlayacak diye geçiriyorum içimden, bekliyorum.
“Cordelio diye bir prenses vardı” diyecek, “Şöyleydi, böyleydi ama en önemlisi sana benziyordu...”
- Karşıyaka’nın 19. yüzyılda adı Cordelio’ydu...” diyor.
Hepsi o kadar mı? Bana benzemiyor muydu? Diyemediklerimin arasına bu da ekleniyor...
“Peki...” diyorum. İçim üzülüyor ama çaktırmıyorum. Kendimi İzmir’in keyfini çıkarmaya bırakıyorum.
Karşıyaka sokaklarında dolaşırken o sürekli anlatıyor. Yaşadığı şehir hakkında bu kadar çok şey bilip bu kadar sevgiyle anlatabilmesi, ne kadar güzel. Ben hiçbir zaman bir şehre, bu şekilde sahip çıkamadım. Belki de benim temel sorunum buydu, hayata teğet geçiyordum.
Hem bu şekilde beni değil de şehri anlatmasına, hem benim bu şekilde anlatacak bir şehrim olmamasına, hem de niye kesen doğru değil de, teğet doğru olduğuma yana yakıla onu dinlemeye devam ediyordum. Gittikçe onun aslında benimle değil de İzmir’le flört ettiğini ve benim özne değil de nesne olduğumu düşünmeye başlamıştım.
Yolculuğumuza otobüsle devam ediyoruz. Karşıyaka’dan Alsancak’a doğru geri dönüyoruz. Başlıyor Kordon’un eski halini anlatmaya. Oh işte, ben de biliyorum onu canım, o kadar da eski değil. O zaman İzmir’de yaşamasam da, İzmir’e geliyordum.
Ben de orada birkaç yorum yaparak bildiğimi, zaten bilene, sırf bilmişlik olsun diye bildiriyorum. “Peki o zaman madem bu kadar biliyorsun, işte sana bir soru” diyor ve soruyor:
- Åžimdi gideceÄŸimiz yer neresi?
- ...
- Birinci ipucu: Bir Musevi tarafından yapılmış...
- İkincisini alayım...
- 40 metre yükseklikte...
- Allah’ın hakkı üçtür. Ya da çekirge üçüncüde... Ya da... Of, ne bileyim... Üçüncü ipucu lütfen.
- Peki, iskambilde birli + en kısa zaman birimi + lady’nin erkeği = nedir?
- Pöh...
- As-an-sör!
- Ayy, iğrençsin...
Asansör’e gidiyoruz. “Böyle bir manzara + böyle bir manzarada yemek yemek + böyle bir manzarada onunla yemek yemek = hayat” diyorum... Tabii ki içimden...
Asansör’den Fuar’a, Fuar’dan Basmane'ye, Basmane’den Kıbrıs Şehitleri’ne akşamın geç saatlerine kadar dolaşıyoruz.
O gün, günler, haftalar, hatta aylar geçiyor. O arada yaşananlar ya da yaşanamayanlar bana kalsın. Bir gün durup dururken soruyor:
- Ä°zmirÂ’i sevdirebildim mi sana?
- Evet...
- Sana burayı sevdirebilmek için çalıştım ben bu şehri...
- Çalıştın mı? Nasıl yani?
- Kitaplar aldım, okudum, tekrar tekrar dolaştım, sen burayı sev diye, sen burada kal diye...
- Ama...
- Sus... Gel benimle...
Tekrar Saat Kulesi'nin önüne gidiyoruz.
- Bak...
Bakıyorum ve ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum.
“Burada bir tarih var, hatta bizim tarihimiz de var. Birçokları burada pek çok şey yaşamıştır, biz de yaşadıklarımıza ve yaşayacaklarımıza burada başladık.Şimdi vapura yetişmemiz lazım” diyor.
Tekrar vapura koşuyoruz. İçimi yine bir huzur kaplıyor. İzmir’in içinde ben, benim içimde o. Gözlerime bakıyor. Tam bir şey söyleyecekken elimle onu susturuyorum.
“Ben de” diyorum. “Sevdiğim şehir, senin yanın” diyorum. Hepsini dışımdan söylüyorum.
“Ama bu şehir İzmir ise, sevdiğim şehrin senin yanın olması zaten çok kolay” diyorum. Ama bunu içimden söylüyorum...