Çanlar senin için çalıyor
Yazar: AyÅŸe BaÅŸak Kaban
Aslında bir hayaldi bizimkisi; anne ve babalarımızın inandığı bir masalı gerçek kılabilme mucizesiydi. Hayaldi fakat imkansız değildi. Zaten mühim olan; imkansızı gerçek kılmak değil miydi?
Baktığımızda çok fazla bir şey de istemiyorduk ki, “Faşizmden uzak yaşayalım,” diyorduk; kim istemez ki baskısız yaşamayı veya kim diler ki katı bir otoritenin emri altında nefes almayı?
Halkların kardeşliğine inandık; kimin nereden geldiği değildi önemli olan; onu kıymetli kılan tartıya çıktığında ibrenin ne kadar insanlığı gösterdiğiydi. Hiç inanmadık iktidarlara, hiç güvenmedik. Siyasetin kocaman bir yalan yumağı olduğunu hep bildik.
İstediğimiz tek bir şey vardı; insan kelimesini hak ederek yaşamak. O nedenle hep ezilmişleri gördü gözümüz, hep haksızlığa uğrayanların sesini işittik, başkalarının acısını acı eyledik kendimize; kimin kim olduğunun, nerede durduğunun, nasıl göründüğünün, nasıl koktuğunun önemi yoktu bizim için.
Sadece ve sadece insan olmaya inandık, kardeş olmaya… O yüzden silahlardan nefret ettik, savaşa karşı durduk, egemen olan tüm güçlere karşı naif yüreklerimizi koyduk ortaya.
Uğur Mumcu öldürüldüğünde fakültenin üçüncü sınıfına gidiyordum, babam şöye demişti;
“Bu ülkede doğruyu söylediğin sürece sonun böyle olur, ama sen sonunun bu olacağını bilsen de doğruyu söylemekten asla şaşma, nasıl olsa öleceğiz; gurursuz bir şekilde yatağında ölmektense gururunla kaldırımda vurulmak her zaman iyidir.”
Kocaman heveslerimiz vardı; gençtik ya, tüm dünyayı değiştirebilecek on kaplan gücümüz vardı, Türkiye’yi mi değiştiremiyecektik? Gazetecilik kutsaldı; biz olmasak, biz doğru olmasak, biz inanmasak haktan yana olmanın onuruna, nasıl karanlıklardan uzak kılabilecektik memleketi? Ondandı her gece dua eder gibi Nazım’ın sözlerine sığınmamız, ondandı gittiğimiz haberlerde hep mağdurun yanında duruşumuz…
Bismillah ile başlamıştı meslek hayatımız. Biz daha gözünü yeni açmış, kanat çırpma mesefalerini öğrennen serçe yavruları gibi çırpınırken medya dünyasının dallarında “Manisa Davası” patlayıverdi. Yaşları ya bizimle yaşıttı, ya biraz daha küçük; isimlerini burada anmaya gerek var mı? Onlar demokrasi mücadelesinde en büyük darbeleri almış, kocaman yürekli kahramanlar olarak yazılacaktı tarih defterine. O dava ile büyüdük gazetecilik yollarında. Kitaplarda okuduğumuz ve “eskidendi” demeyi umduğumuz her şey önümüzde duruyordu yalın bir çıplaklık ile.
O çocukların davaları, mücadeleleri, savaşları hepimizindi. Hepimiz o annenin çığlıkları ile uyandık; “Götürmeyin kızımı, o daha çok küçük!” Küçücük kapana sıkışıp kalmıştık hep beraber, yıllarca takip ettik davayı, Çanakkale Cezaevi’ne birlikte gittik, el salladık onlara avludan; her seferinde bir sonrakine çıkacakları ümidi ile…
“Paralı eğitime hayır” yazmışlardı iddiaya göre, yıl 1995 idi. Zaman 2010’ları vurduğunda hala parasız eğitim isteyen çocuklar toplanıyor üniversite kampüslerinden. Demek ki…
Manisa Davası’nın patlamasından bir yıl sonra, güzel gülen bir meslekdaşımız yitip gitti, haber peşindeydi, görevliydi, gazeteciydi. Önce işkence gördü, dövüldü, ardından öldürüldü. Hani Ahmet’e “Yanındayım oğlum” diye mektup yazan Fadime Ana’nın oğluydu. Metin Göktepe gerçek gazetecilerin onuruydu.
Sonra sonra diye saymaya devam edersek yok sonu… O kadar çok ki isimler…
Ama bir sonra ekleyeceÄŸim ben burayaÂ…
Ali Serkan Eroğlu’nu bilir misiniz? Gözleri yıldızlarda olan genç bir delikanlıydı. Güzel bir ailesi, sevgilisi, gitarı, yazıları vardı. Gazetecilik eğitimi görüyordu Ege Üniversitesi’nde; hayalleri, amaçları, insanlık için yapacakları vardı. İllaki bir taşı alıp koyacaktı güzel günler adına. İyiliklere inanıyordu ve her üniversiteli gibi önünde uzanan geleceğe umutla bakıyordu.
Fakültenin tuvaletinde asılı olarak bulunmuştu. Ne ailesi, ne arkadaşları, bir tek Allah’ın kulu bunalımda olduğunu söylemedi. Tek bir kişi çıkıp da, “İntihara eğimliydi, kötü günler geçiriyordu, bunalımdaydı,” demedi. İddialar sağır edecek kadar keskindi, ruhu çökertecek kadar da korkunç. Ali Serkan’ın öldürüldüğü iddiası her geçen gün daha fazla kendisini gösteriyordu.
Biz üç genç gazeteciydik, yeni mezun olmuştuk ve yerel bir kanalda çalışıyorduk. Olayı genişletmek, birilerinin kulağına su kaçırtmak gerekiyordu. Bizden çok önce mesleğe başlamış, isim yapmış, bizden çok daha geniş kitlelere, kaynaklara ulaşabilecek çok sayıda kişiye haber saldık. Şu an değişik yerlerde değişik köşelerde olanlara… Sadece iki kişi duydu…
Ahmet Şık ile o zaman tanıştık. Kocaman dev gibi bir adamdı benim için. Yanında Celal Başlangıç ile gelmişler, haberi toplamışlar, bize umut aşılamış gitmişlerdi.
O günden sonra Ahmet Şık’a hayran genç bir çaylaktım. Susurluk olayından faili meçhullere, mayınlar nedeniyle ölen, sakat kalan insanların dramından Manisa Davası’na, Metin Göktepe olayına kadar bu ülkeyi oluşturan her kesimden insanın hazin ve hüzünlü öykülerinin haberlerine attı imzasını. O nedenle o içeriye alındığında benim inançlarım çürüdü…
Şimdi dönüp bir geriye bakalım 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü kutlanacak ya, belki de o günün adını değiştirmek lazım. 10 Ocak Çalışan ve Çalışamayan Gazeteciler Günü yapmalı. O kadar çok gazeteci içeride kendilerini savunmayı beklerken ve onca öldürülmüş gazetecin kanı hala yerde dururken…
Ben iletişim fakültesinde okurken; Uğur MUMCU, Kemal KILIÇ, Mehmet İhsan KARAKUŞ, Ercan GÜLER, İhsan UYGUR, Rıza GÜNEŞER, Ferhat TEPE, Muzaffer AKKUŞ, Nazım BABAOĞLU, Erol AKGÜN, Seyfettin TEPE, Metin GÖKTEPE, Kutlu ADALI, Selahattin Turgay DALOĞLU, Reşat AYDIN, Ayşe Sağlam DERİNCE, Abdullah DOĞAN, Ünal MESUTOĞLU, Mehmet TOPOĞLU, Ahmet Taner KIŞLALI, Hrant DİNK, İsmail Cihan HAYIRSEVENER öldürülmüş.
2011 yılını bitirdiğimizde tutuklu yargılanan gazetecilerin sayısı 50’nin üzerinde. Gazetecilerin yargılandığı ve savunma yapmaları için en az 300 gün bekledikleri bugünlerde söz konusu davayı izleyenlerden, tutanaklardan aldığımız bilgiler ise olayın tamamen “Gazeteciliğin yargılanması”ndan ibaret olduğunu görüyoruz.
Gazeteci herkes gibi, herkes kadar bir kuldur; elbette mesleğini çıkarları doğrultusunda kulananlar vardır, olacaktır da… Ama söz konusu gazeteciliğin yargılanması ise durup hepimizin, hepinizin düşünmesi gerekiyor.
Çünkü gazeteciler gerçek anlamda mseleklerini yapmaz, yapamaz ise sen ufalanırsın, yalanlarla kandırılır kahrolursun. Çünkü gazeteci çok kişi tarafından mühimsenmese de en çok senin için vardır; sessiz çığlıklar attığında sesinin duyulmasını, karanlıktaki kara bir kedi kadar kimsenin seni görmediği zamanlarda ışığın yanmasını sağlar. Hakların için seninle yürür, haksızlığa uğradığında elinden tutar.
Gerçek anlamda derin bir nefes alıp düşünmek gerekiyor… Olay bu noktaya geldiyse artık çanlar senin için çoktan çalmaya başlamıştır, aslında o çanlar hep senin için çalıyordu sadece sen aynaya hiç bakmadın oysa bakmalıydın. Çünkü aynanın sırında senin hafızan gizlidir.
Bu meslek adına öldürülenlerin ruhu şad olsun, her nerede yaşıyor veya yaşamaya çalışıyorlarsa da gerçek gazetecilerin günü kutlu olsun. Var olduğunuz için; kaleminizin yaz dediğini yazdığınız, objektifinizin gör dediğini çektiğiniz için teşekkür ederiz. Onurunuz sadece sizin değil, bizim de zenginliğimizdir, gününüz kutlu olsun.