Usame Bin Ladin şehit mi sayılacak?
Yazar: Neşe Önen
Usame Bin Ladin’in planladığı ileri sürülen 11 Eylul 2001 İkiz Kuleler saldırısının en az Amerika ve Hristiyanlar kadar Müslümanlara da zarar verdiği tartışılmaz bir gerçek. O yıllar, biraz dikkatle incelenirse İsrail’in Filistin politikaları konusunda Avrupa ve ABD’de yalnızlaştırıldığı ve artık iyiden iyiye tüm dünya tarafından tepki görmeye başladığı bir sürece tekabül eder.
Bu süreç aynı zamanda, özellikle Avrupa Birliği’nin başını çeken İngiltere ve Fransa’nın ABD’yi dünyada tek süper güç olmaktan çıkarmak isteyen, dışlama politikalarının da güçlendiği bir döneme denk gelir. Avrupa Birliği’nin ABD’nin karşısına daha büyük bir süper güç olarak çıkma hevesi ABD’deki İsrail ve Yahudi karşıtı lobi ve kesimlerin ABD aleyhine olan gelişmeleri gerekçe göstererek bundan İsrail’i sorumlu tutmalarına zemin hazırlamıştı. Bu kesimin sözcüleri ve basındaki temsilcileri televizyon programlarına çıktıkları tartışmalarda İsrail’e ateş püskürüyor, ABD’nin kayıtsız, şartsız İsrail’i desteklemesi neticesinde dünyada ve Avrupa’da tepki çektiğini savunuyor, bundan ötürü ABD politikalarının ve çıkarlarının zarar gördüğünden şikayet ediyorlardı.
Hatta bunların arasında dünyada ABD’nin nefret edilen bir ülke haline gelmesinde en büyük sebep olarak İsral’i gösteren ve bu amaçla İsrail aleyhtarı kampanyalar düzenleyen fanatik Yahudi karşıtları dahi vardı. İsrail devleti tarihinde ilk kez bu denli ciddi ölçekte en güvendiği müttefiki ve koruyucusu ABD’nin himayesini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya idi.
***
İşte tam bu dönemde 11 Eylül saldırısı gerçekleşti. Ondan sonra ne mi oldu? Filistin halkı neredeyse Avrupa ve ABD’nin kalıcı bir çözüm bulunması konusunda desteğini tam arkasına almış ve İsrail’i iyice koşeye sıkıştırmış iken bir de bakti ki, her şey tam tersine dönmüş.
Müslümanlar bir günde, haçlı seferlerinden sonra bir kez daha tüm Hristiyanların hatta tüm dünyanın en tehlikleli düşmanı haline gelivermişti. İsrail’in o günden sonra eli, kolu öylesine serbest kaldi ki, Filistin topraklarındaki işgallerini iyice arttırdı. Mağdur pozisyonuna düşen Amerika ise Avrupa’daki dindaşlarının büyük ölçüde sempatisini kazandı ve kısa sürede ABD ile AB arasındaki buzlar eriyiverdi.
Amerika’daki İsrail aleyhtarı ve Amerikan’ın İsrail desteğine karşı çıkan kesimler bile birden bire sus pus oldu. Bütün Amerika ve Avrupa genelinde müslüman kökenli insanlara karşı derin bir nefret ve korku psikolojisi yayıldı. İşin özü, güya İslamiyet adına cihad başlatan bir kesim yüzünden bütün dünya müslümanlara adete cephe almaya ve korkulu bir şüphe ile yaklaşmaya başladı. Bunun neticesinde Müslümanlar özellikle Amerika’da gizli ya da açık açık yürütülen bir ‘uzak durulması gereken kesim’ ayırımcılığı ile karşı karşıya kaldı.
***
Bütün bunları neden mi anlatıyorum. On iki yılı aşkın bir süredir Amerika’da yaşıyorum. Aksanımdan dolayı sık, sık nereli olduğuma dair sorularla karşılaşıyorum. Ne yazık ki, 11 Eylül saldırısından sonra artık göğsümü gere gere Türkiyeliyim diyemiyorum. Çünkü Ortadoğulu bir ülkeden gelmemden dolayı Amerikalıların bana Müslüman ya da Arap gözüyle baktıklarını ve nasıl önyargıyla yaklaşabileceklerini okul ve iş hayatımda karşılaştığım sayısız ve onur kırıcı tecrübelerimden yola çıkarak kolaylıkla kestirebiliyorum.
Ve şimdi sormak istiyorum; Peygamber aracılığı ile Allah’ın mesajını ilettiklerini varsayan dinler hangi insani erdemleri öğütler? Kendimce bu soruya cevap vereyim.
Önce insani erdemlerin neler olduğunu tanımlamakta fayda var;
Uzun uzadıya sosyolojik tanımlamalara girmeden iki basit örnek vererek kabaca bir açıklama yapılırsa; İslam dini adına, farklı sebeplerle insan öldüren ya da öldürme yolunda hayatını kaybeden bir militan, kendi taraftarlarının gözünde şehitlik mertebesine, cennete girmeye hak kazanacak kertede erdemli bir insan sayılır. Oysa aynı inancı taşımayan insanlar arasında bu militana insani erdemlilikten hiç nasibini almamış bir katil gözüyle bakılır.
Başka bir örnek verelim; Batılı toplumların çoğunda, bir genç kızın evlenmeden önce bekaretini kaybetmesi mesele sayılmazken, aynı genç kız Doğu ve Asya toplumlarının çoğunda iffetsiz, erdemsiz addedilir. Ayrıca belli bir zaman diliminde değer gören erdemlere farklı bir zaman diliminde itibar edilmeyeblir. Batılı toplumda evlenmeden önce bekaretini yitirmiş genç kıza yüzyıl öncesinde aynı hoşgörüyle bakılmayacağı gibi.
Bu örneklerden yola çıkarak insani erdemlerin her toplum ve zamana uyan genel geçer bir tanımı yoktur demek mümkündür. Üstelik tüm insanlardan soyutlanmış olarak tek başına bir ormanda doğup, büyüyen bir çocuğun hiçbir insani duyguya, dolayısı ile hiç bir erdeme haiz olmadığının gözlemlendiği dikkate alınırsa insani erdemlerin Allah tarafindan değil de yine insanlaşmaya başladıkça erdemlilik kazanan -tersinden söylemek de mümkün- insanlar tarafından çeşitli zaman ve toplumlara göre oluşturulduğu ve değiştirildiği anlaşılır.
Kısacası, Allah eğer çesitli faziletleri insan olmanın erdemleri olarak ögütleseydi bütün dinlerin hemfikir olduğu ortak erdemlilik vasıflarının ilkel dinlerden itibaren karşımıza çıkması gerekmez miydi?
Yine örnek verilecek olursa, kadınların örtünmesi Hristiyanlığın ilkelerinden biri değilken, İslam dinininde örtünme kadınlar için en erdemli faziletlerden biri olarak görülür. Eğer İslam dinine inananlar Hristiyanlığı da bir din olarak kabul ettiklerini iddia ediyorlarsa aynı Allah’ın neden sadece İslam’da örtünmeyi kadınların en erdemli faziletlerinden biri olarak emrettiğini ama Hristiyan dininde emretmediğini sorgulamak zorundalar. Yok eğer, Allah dinler vasıtası ile insanların bir kısmına bir şeyi emrederken farklı dinlerdeki geri kalan kısmına niye emretmesin diye kuşkuya düşülüyorsa o zaman din denilen kurumun birey-toplum ilişkileri açısından yerinin sorgulanmasi gerekmez mi?
Tüm bunların ışığında başta sorduğum soruya dönecek olursak cevabın yine bir dizi sorunun sorgulanmasıyla verilebileceğini düşünüyorum.
Din kurumları gerçekten peygamberler vasıtasıyla gelen mesajlar temel alınarak mı oluşturuldu? Eğer öyle ise mükemmel olan Allah’tan insanlığa iletilen öğütlerin de mükemmel derecede birbiriyle uyumlu bir bütünlük göstermesi gerekmez mi?
Mesela, İslam dininde kimi ayetlerde cihad yolunda insan öldürmek günah sayılmazken (Maide/33 - Tevbe/111 - vb), başka ayetlerinde sebebi ne olursa olsun sonsuza kadar cehnennemde kalma sebebi sayılması (Maide/32 - Furkan/68) derin bir çelişki değil midir?
Bu ayetlerden hangisi gerçek İslamiyeti temsil etmektedir? Acaba dinler kolaylıkla bazı insanların çıkarlarına göre onlara yüklemek istedikleri anlamlar doğrultusunda, cahil kitleleri diledikleri gibi yönlendirebilme ve kullanma konusunda bir sömürü aracına dönüştürülebilinir mi?