Saraylar yaptırdım...
Yazar: Haluk Işık
Ne yapılırsa yapılsın, adını koymak kolaydı; “Balkanlar'ın ve Ortadoğu'nun en büyük... en geniş... en yüksek... en uzun...” Bazen nasıl bir gaza gelme, nasıl bir ruh haliyse, mikrofona abanmaktan boyun damarları patlayacakmış gibi şişen biri, övünme coğrafyasını Avrupa’ya, dünyaya ve hatta kainata kadar genişletirdi. Yani biz, açılışı, hizmete sokuluşu, işte nesi için oradaysak, karşımızdaki “şey” Balkanlar ve Ortadoğu ne, dünyanın ve cümle kainatın en büyüğü, en yükseği, en bir en birşeyiydi. “Vay be, işte benim ülkem!” demekten kendini alamazdın.
Tamam tamam, şu “Neyşınıl Çenıl”ları, “Diskavıri”leri zamanla izleme olanağına kavuşunca, nasıl bir akıl tutulmasıyla oyalandığımız ve “ahvalimiz” bir bir karşımıza dikildi. Bizim “şey”ler, bize tanıtılıdığınca değildi.
Elalem beşyüz metrelik bir sahilden “Cannes Film Festivali”ni çıkarırken, binlerce kilometrelik sahile sahip bu ülkeden çıksa çıksa, orman talanı mahsulü iğrenç siteler çıkıyordu ya, neyse...
Montajdan öteye geçemediğimizi, elalemden alıp halkımıza hava attığımızı ya da üç beş parça halı havludan öteye geçemediğimizi görmeyelim diye, elden gelen yapılıyordu ya, neyse...
Bu toprakların zenginliğini –zeytinini, balığını, kayısısını ve aklınıza ne gelirse alayını- işlemeden, ürüne dönüştüremeden, hammadde halinde çuval vagon satarak ithalat-ihracat dengesini tutturmaya çalıştığımızı falan, çok sonraları anlayacaktık ya, neyse...
DEVRİM gibi bir Cumhuriyet teşebbüsünü, “Benzin koymayı bile unutmuşlar” gibisinden saçma salak bir tepki nedeniyle gömüp, koskoca Kocaeli yarımadasını elin arabasının, makinasının montaj tarlasına çevirmiştik ya, neyse...
Bizi dünya ilaç sektörünün şampiyonu yapacak haşhaş üretiminden, dangalak teslimiyetler yüzünden vazgeçmiştik ya, neyse...
Pamuğumuzu, susamımızı, pirincimizi ve cümle toprak zenginliğimizi, emperyalizmin kotasına kurban edip, kendi kendimizin canına okumayı da becermiştik ya neyse...
“Etibank’a ne oldu, Sümerbank’a ne oldu, Şekerbank niye kurulmuştu ve şimdi hali nicedir, Tariş ne haldedir?” diye soracak kadar beyin lobu bırakmadılar ya bizde, neyse...
–di’li geçmiş zaman kullanmanın ne gereği var, bu durum bugün de aynen geçerlidir!
Ne ayıptır ki, “Atlastan yelken, ibrişimden halat” yapan bir ırkın ahvadı olarak, bugün ve nihayet ve ilk kez bir “yerli” savaş gemisi yaptığımız için övünüyoruz.
Demek ki neymiş, “ver gazı” ile olmuyormuş bu işler.
Demek ki neymiş, şimdi unutturulan “Yerli Malı Haftası”nın bir anlamı, bir meramı varmış.
Demek ki neymiş, Köy Enstitüleri bizi toprağımızla, Halk Evleri kültürümüzle ve çağdaşlıkla buluşturarak, bize yol gösterecekmiş.
Şimdi bunu kiminle konuşacaksın?
“Yurtseverim” dediğinde, seni “faşist” olarak niteleyen dangalakla mı?
Dünya görüşünde “yurttaş değil kul”, “ulus değil ümmet” yazan, kul hakkı yeyip ümmet talanı yapan saftorikle mi?
Bütün bu garabeti, hiçbir insani, vicdani, coğrafi, ahlaki aidiyeti olmayan dönekle, işbirlikçiyle, hiç merak etme, hele rüzgar değişsin senden fazla bu değerlerin şampiyonluğuna soyunacak rüzgar gülü fırıldakla mı?
Bu fırıldakları, her dönemde olduğu gibi bir halt sanarak; onlarla kahvaltılarda, “brançlarda”, kongrelerde, platformlarda “fikir alışverişi” yapacaklarla, yapmış olanlarla mı?
İçim sıkıldı. Oysa ben, bayram hatırına ve “bayram gelmiş neyime?” sorusuna sığınarak, Kent Yaşam okurları için, bir gülmece yazısı yazmaya çalışıyorum.
Uzatmayalım, konuya dönelim.
Evet, “Balkanlar'ın, Ortadoğu'nun, dünyanın, kainatın en bilmemnesi” mealinde kakalanan işlerin önünde, birileri uzun uzun söylev çeker. Sonra yanlarına, küçücük platformun üstüne, fotoğraf karesine giyme telaşıyla bir takım adamlar kadınlar çıkar. İki metrelik kurdeleyi 20 kadar ojeli ve kıllı parmaklı el, 20 elişi dersi makasıyla birlikte keser. Ertesi gün gazetelerde, kırıtmalı, sırıtmalı, kasılmalı halleriyle hepsini görürsün.
Kendini göstermek için, Başbakan'ın koltuğunun altından kafasını çıkaran o adamı, anımsıyor musunuz? Ben yıllar içinde, kendine protokolde yer bulmaya, en iyi konum için yol açmaya çabalarken; dirsekleri omuzları “çıkıkçıya muhtaç” hale gelen, yediği dirseklerden kaburgası böbreği ağrıyan insanlar gördüm. Birbirini itelerken, peşpeşe platformdan yuvarlananları, düşenleri gördüm, inanın. Bu bir anlamda “al gülüm, ver gülüm” kabulüdür. Bilirler, sen nasıl yol açmak için onu bunu itekliyorsan, başkaları da sana aynı şeyi yapacaktır. Zor bir iş olsa gerek...
Ama ilk yağmurda su basıp, bir ayda fare yuvasına dönüp, iki hafta önce yapıştırılan mermer levha birinin kafasına düşüp karpuz gibi ikiye ayırsa da, aldırılmaz, örneğin ve yine Balkanların ve Ortadoğunun en kofti, en kolpa, en üfürükten “birşeyi”ne sahip olduğumuzu kimse yazmaz. Açılıştaki şişinme ile kullanımda fıs çıkma arasındaki ilişki, kimseyi ilgilendirmez. Oysa bu bir külliyen zavallılıktır. Gelişmemişlere özgü temelsiz böbürlenme ile yeteneksizliğin-beceriksizliğin-bilimden estetikten nasipsizliğin doğal sonucu olan, düş kırıklıklarına aldırmamanın ve unutuvermenin zavallılığıdır, sözü edilmeye çalışılan.
Örneğin geçtiğimiz yıllarda, bayram seyran, reklam manşet Bolu Tünelleri açılmıştı. Başbakan gitti, arabaya bindi, tünelde hız yaptı, “açılış töreni” tüm kanallardan naklen yayınlandı. Sonra ne oldu? Aradan on gün geçmeden kar, yağmur falan filan... Derken bir haber; “Bolu Tünelleri kapandı”. Yanılmıyorsam Penguen mizah dergisi de karikatürü patlattı. Karikatürde bir adam geliyor, başbakana haber veriyordu; “Bolu Tünelleri'nin kapanış törenine çağırıyorlar efendim! Gidecek misiniz?”
Tuzla’ya “Balkanlar'ın en büyük, en uzun vincini” koyma ile ayda üç beş emekçinin ezile parçalana ölmesinin önüne geçilememesi gibi... Metrobüs getirmekle şişinip, iki günde bir neden bozulduğunu, neden oraya buraya çarptığını düşünmemek gibi... Hızlı treni şaşaa içinde sefere sokup, bir hafta sonra neden tangur tungur devrildiğini anlayamamak gibi... Zonguldak’a bilmem neyi bulabilecek sismik zamazingolar getirilmesiyle böbürlenip, iki emekçinin cesedini hala çıkaramamak arasındaki beceriksizlik gibi... Daha örnek ister misiniz?
Bütün bunlara, “kurban olam makas tutan ellere”nin gösterdiği tepkiler ise, insanı insanlığın uzaklaştırır. Tuzla için “Lunapark değil, olacak o ölümler” denir. Zonguldaktaki ölümler için “Güzel öldüler” denir. Meksika’daki kurtarma ve insana saygı anıtı çabaları hatırlatsan, yanıt hazırdır; “Bizde olsaydı, daha çabuk kurtarırırdık!” Bütün bunlara gülmek bile olanaksızdır artık.
Çünkü söz gelimi, Zonguldak Belediyesi'nden şöyle bir açıklama okumak bile, şaşırtmaz bu ülke insanını:
“Maden İşçisi anıtı önüne kömür koymaktan vazgeçtik. Siyaha boynamış taşlar koyacağız. Çünkü koyduğumuz kömürler, çalınıyor!”
İki kilo kömürün bir emek anıtı önünde duramaması ve çalınması kadar absurd ve korkunç bir yabancılaşma egemendir akla, mantığa, vicdana ve farkındalığa o ülkelerde.
Konuya dönelim, yazıyı bağlamak gerek.
Türkiye’nin en büyük adliyesini yapmakla övünüyorlar. Adliye, hapisane açmakla bir ülke övünür mü? Bu garabet bir tarafa, adı hazırdır, levhası çakılmıştır “Adliye Sarayı!”
Betondan sahnesiyle, tavanında disko ışık sistemiyle, elli metre uzaktaki kulisiyle tiyatro-opera-bale yapmak mümkün değil; ama Vip salonunda uzay koltukları olan, sözüm ona kültür sanat mekanları yapıyorlar. Adı elbette hazır, “Kültür Sarayı!”
Kentin mimari dokusuna, tarihsel ve çevresel yapısına uygun olup olmadığına bakılmaksızın, vilayet, belediye, emniyet binaları yapıyorlar. Adları hazır, “Hükümet Sarayı!”, “Belediye Sarayı!”, “Emniyet Sarayı!”
Belediyede bir işin vardır, acildir, taksiye binersin.
“Nereye abi?”
“Belediyeye kardeşim.”
“Belediye derken? Belediye Sarayı'na mı?”
Taksinin içi birden mezara döner, iç geçirirsin!
“Evet kardeşim Belediye Sarayı'na! Şehremini ile görüşüp, dün Dersaadet'ten geldiğini öğrendiğim Sadrazam’la, onu bulamazsam Mutasarrıf Hazretleriyle, denk düşerse şehzadeyle ve ola ki haseki hanımlarla, mukabele eyleme ihtimalim mevzubahis de!”
Diyemezsin.
“Birader, çağdaş, demokrat, laik, sosyal hukuk devletinde SARAY ne demektir? Hasta mısın, hasta mısınız, kafayı mı yediniz?” diyemezsin. Diyeceğin bellidir.
“Sağda durur musun? Vazgeçtim!”
Sen, senin için yapılan bir binaya “saray” dersen, içinde hep sultanlar, padişahlar oturacağını baştan kabul etmişsin demektir. O yüzden karakol amiri kendini “Bostancıbaşı”, emrindekiler de “Yeniçeri” gibi görmekte haklıdır. Adliye Sarayına girdiğinde, hep eziksindir, işi yalnızca evrak kabul olan bir tüysüz, sana “Onu yap! Bunu ver! Sen misin adı burada yazan!” gibisinden söylemlerle ilkelleşebilir. Yaşadım ve öylesi tüysüzlerin canına çok okudum.
Bir yetkiliye dert anlatmaya gittiğinde, korumaların şirretinden, korudukları zatın burnu büyüklüğünden korkup, derdinden falan vaz geçiyorsan...
Hele bir de hakkın ne, hukukun ne bilmiyorsan, yol yordam bilmez cehaletten küstahlık etmeye varan davranışlara, savruluyorsan...
İşinin yapılması için, tek ve vazgeçilmez yolun, iki büklüm eğilmek, “ağam, paşam” demek olduğuna inanıyorsan...
Bir gün senin eline böyle yetkiler geçse, daha beterini yapacağını biliyorsan, niyet beslemişsen, yemin etmişsen...
O “saray”ların koridorlarında bir tanıdık, bir torpil, bir bilmemkim aramakla ömür geçiriyorsan...
Yurttaşlık ve vatandaşlık haklarından bihabersen, bilmiyor ve bilmeye de niyet beslemiyorsan...
Yani yurttaşlık nedir, vatandaşlık nedir, seni ilgilendirmiyorsa...
Herşey sıradanlaşır.
Sen oralara “saray” dedin ya...
Sana ne yapılsa, inan devede kulaktır, sana müstehaktır!
Sonuç;
Benim yanımda, herhangi bir binadan “saray” diye söz etmeyin.
Kalbinizi çok fena kırarım!
Çünkü siz böyle yaptıkça, “Padişahları” ve şürekalarını üretiyorsunuz.
Ben bir cumhuriyet yurttaşıyım ve padişah kılıklılardan da, etek öpenlerinden de nefret ederim! Tıpkı “biat” gösterisi yapayım derken, iyice zavallılaşan, sakilleşen ilkellerden nefret ettiğim gibi...
Tıpkı böylelerini gördükçe, insanlığımdan, yurttaşlığımdan utandığım gibi...
Yapmayın, yakışmaz. Yaşayacağınız bir hayat var, o hayatı kirletmeye değmez...
...
10 Kasım sonrasında, Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun, “Sevgili İzmir”in bundan önceki yazısına koşut ve neredeyse fotokopisi bir yazı yazdı.
Ortak duyarlıklara sahip insanlar, elbette benzer yazılar yazardı.
Okuyunca sevindim...