24 saat kala...
Yazar: Haluk Işık
Ulucak’ta sıcak ve sessiz bir gece. Saatlerdir gazeteleri, internetteki kent sayfalarını okuyorum. Cumhuriyet’in Bilim Teknoloji ekinde, Sayın Doğan Kuban’ın yazısı, okumayı bırakıp yazmaya geçmeyi kışkırttı . Nedenini, birazdan açıklamaya çalışacağım.
Seni sinir eden sözleri sırala deseler, ilk sıralarda şu “özlü” sözler gelir;
“İçinden geçtiğimiz şu süreçte...”
“Ülkenin yaşadığı bu günlerde...”
“Milletçe yaşadığımız zorlu dönemeçte...”
Sıralarken yine hafakanlar bastı. Evet, bunlar ve benzerleridir, beni deli eden herzeler.
İzmir’in kurtuluşunun 88. yılını, şeker bayramıyla birlikte idrak ettik. Bir daha kutlu olsun. İzmir’in kurtuluşunun üstünden şunca yıl, Cumhuriyetin ilanının üstünden bunca yıl geçmişken; tembelliklerin, saçmalıkların, uyuzlukların, teslimiyetlerin ve daha nicesinin tartışılması, giderilmesi, yahu vazgeçtim düşünülmesi gerektiği ne zaman söylense, başlamıyorlar mı yukarıdaki sözleri sıralamaya... Ne süreçmiş, ne günlermiş, ne dönemeçmiş be kardeşim!
Buyurun, cebimizden trilyonlar, ruhumuzdan bir ülkeye dair aidiyetler, benliğimizden kişilikler çalan bir referandumu, 24 saat sonra “milletçe eda eyleyeceğiz”. Bugüne kadar gördüklerimiz, işittiklerimiz esef vericidir. Henüz 100. yılına ulaşmamış Türkiye Cumhuriyeti adına skandallar zinciridir. Hatırlar kırıldı, hatıralara saldırıldı, incitildi... Böylesi yaşanmamıştı, bir daha yaşanır mı bilinmez... Demagoji, demagojiliğinden utandı yoz ve savrulmuş söylemlere baktıkça... Bilgi utandı, birikim tükendi, etik çürüdü yürütülen kumpanya –pardon- kampanyalar süresince... Herşeyin sonuna varmış gibiyiz. 13 Eylül’de hayatın devam edip-etmeyeceği anlamında, hep birlikte falezlerin ucuna gelmiş-getirilmiş ve bırakılmış gibiyiz. Hayat bize rağmen sürecek de, bizi nasıl bir hayatın beklediğini, en hafif deyişle, bilemez haldeyiz diyelim. Fotoğraf bu.
Bütün bu saçmalığı, nasıl formüle edebiliriz diye düşünecek olursak; aşağıdaki belirlemeler, bilmem sizin açınızdan paylaşılmaya değer bulunur mu?
Bir tarafta, ilan edildiği günden bugüne Cumhuriyete, öngörülerine ve temennilerine sahip çıkamayıp, devrimlerin kesintisizliğini ve içselleştirilmesi gereğini unutup ipe un serenler ve nihayet durumu görenler... Bir taraftaysa, bu “sahip çıkamama” zaaflarından ve yıpranmalarından cesaret alarak, Cumhuriyete yeniden –bir daha- yüklenmenin tam zamanıdır diyen ve zaten Cumhuriyet öngörü ve temennilerinden 200 yıldır intikam almaya çalışanlar...
Kuşkusuz yaşanan referandum ortamı, eşitsiz ve gaddar ve pervasız sürecin sonuçlarından biridir. Bu sürecin sefaletini görüp, nihayet “bir şey yapmalı” diyenlere; bilmem yeri geldikçe yazdığımız “Bizim bir Mustafa Kemal’imiz, Uğur Mumcu’muz ve öteki yiğitlerimiz artık yok. Şimdi biz birer Mustafa Kemal, Uğur Mumcu ve ötekiler olmak zorundayız...” sözlerimizi anımsatmak ve “günaydın”demek ne işe yarar? Sadece, edebi bir betimlemeye, ya da “ben yazdım da ne oldu?” sızlanmalarına mı?
Bu “formülasyonun” otopsisini yaparken, hep söylemeye-göstermeye çalıştığımız, ama kimilerinin görmezden geldiği ve şimdi “aaa o da mı?” şaşkolozluğuyla –nihayet- görebildiği sosları/süsleri/kahvaltılıkları da unutmayalım. Demek ki neymiş, bugün “evetçi olmayan, iki dünyada şu olsun, bu olsun” mealinde kelam parlatanları, çoook önceden görmek için birazcık öngörü, birazcık zamanında uyanmak yetiyormuş.
Uzun tümceler kuruyorum ve okumakta güçlük çekiyorsunuz. Özür dileyerek, bir hatıra anlatacağım, neden böyle yazdığımı açıklayabilir.
Çehov, bir yolculuk öncesi, dostu Tolstoy’a (belki de Dostoyevski) mektup yazması gerektiğini anımsar. İstasyondadır, trenin gelmesine 10–15 dakika kalmıştır. Tütüncü dükkanından bir tomar kağıt alır, yazmaya başlar. 5, 8, 10 sayfa... Habire yazar. Beklediği tren ses verir, istasyona girmek üzeredir. Çehov, siz deyin 15, ben diyeyim 20. sayfada mektubu keser, imzasını atar. Ve sonuna bir not düşer; “Sevgili Dostum, zamanım olsaydı daha kısa yazardım, beni bağışla...” İşte bu hesaptır, yazdığım tümcelerin uzunluğu.
Çünkü 24 saat sonra, yine söylenmeye başlayacağız.
Yani gösteri devam edecek. “Show must go one!”
Ama bu kez daha derinden yaşayacağız, önümüzdeki süreci. Sonuç ne çıkarsa çıksın.
Çok kırıldık. Toplumsal yapımızdaki yarılmayı, bölünmeyi, kutuplaşmayı görmemek için, ya kör ya kul olmak gerekir. Daha yabanıl günler kapımızdadır. İçselleştirilmemiş bir demokrasiyi sürüklemeye çalışanlarla, demokrasiyi –dünya görüşlerinin doğası gereğidir- asla içselleştirmeyeceği belli olanlar arasındaki bu uçurum, beni çok düşündürüyor.
Testi kırıldı çünkü. Bir daha ve paramparça...
Sorun nerededir? Partiler arası savaşta mı, değerler arasındaki mesafelerde mi? Gelişmiş bir ülkede, referandum tartışmaları, referandum konusu üstünden mi yapılır, yoksa bizdeki gibi, bir ülkeyi topyekun değiştirme tehdidi ya da korkusu üstünden mi?
İşte şimdi, Sayın Kuban’a kulak vermenin tam sırasıdır.
“Türkiye gibi geri kalmış toplumlar Batıdan kurumları alırlar, fakat içeriğini anlamadıkları, hazmedemeyecekleri ya da örgütlenemeyecekleri için, onu iyice öğrenmeden kurarlar. Fakat doğru dürüst uygulayamazlar. Dünya kamuoyu da bunu bir geri kalmışlık göstergesi olarak değerlendirir.
Bu durum sadece seçim, parti, oy, demokrasi, muhalefet gibi politik kavramlarda değil, daha can alıcı öğretim, üniversite, hukuk ve insan hakları alanlarında da aynıdır. Uygarlık alanına herkes kendi giysileriyle katılmak isterse, dünya düzeni köy panayırına döner.
Bu çağdaşlık giysisi, toplumların kişi özgürlüğünü koruyan hukuk düzenlerinin ve toplumun teknoloji düzeyinin, ekonomik refahın ülkelere kazandırdığı evrensel statü ile orantılıdır. Üç anahtar kavram, özgürlük hukuku, bilimsel-teknolojik üretim düzeyi, maddi refahtır.” (Cumhuriyet, Bilim Teknoloji, 10 Eylül 2010, s.2)
Bunların varolduğunun tek, biricik ve sarsılmaz kanıtı, o ülkenin sokağıdır, insanıdır, hayatıdır. Bunların olup olmadığının tek ölçütü, varlığını ya da yokluğunu iddia edenler değil, o ülkenin insan ve hayat kalitesidir.
Bu kalite eksikliğindendir ki, “içinden geçtiğimiz süreçler”de debelenmeyi, “ülkenin yaşadığı bugünler”den yakınmayı asla bırakamayacak; “milletçe yaşadığımız zorlu dönemeçte” kaçıncısı olduğunun şaşkınlığı, unutkanlığı, aymazlığı ve nihayet aldırmazlığı içinde, habire nutuk çekip, vaaz dinleyeceğiz. Çok bellidir.
Yapılmayan, yapılmayacak olan, geçiştirilen, gizlenen, işte uygarlık düzeyinin anahtar kavramlarıdır. Söylenmedikçe unutulan, unutuldukça talep edilmeyen, talep edilmedikçe “şeytani kavramlar” olarak gösterilip, düşman kesilmemizin kaçınılmaz olduğu kavramlar...
Şimdi kalkıp, Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerine kulak veriniz desek, sizce sokaktan ve insandan nasıl bir yankı alırız?
“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır...”
Sizce bilim ve akılla hazırlanmış bir Anayasa değişiklik paketi taslağı; bilim ve aklın ölçütleriyle yürütülmüş bir kampanya ardından ve yine bilim ve aklın ölçütlerinden güç almış algılama-yorumlama-karar verme sürecinden sonra mı oylanacak?
Sorulması gereken asıl soru budur.
Bakalım sonuçlar, bu konuda hiç olmazsa umudun kandillerini yakacak ve bizi yüreklendirecek mi?
Bu gerçekleşirse, sıra yepyeni ve yukarıda anılan uygarlık ve çağdaşlık anahtarlarıyla bir ANAYASA yapmaya gelecektir. Gerçekleşmezse, yine bu yolda yazıp söylemeyi sürdüreceğiz kuşkusuz.
Biz şimdilik, yitirilen zamanlara, incinen hatır ve hatıralara, yaratılan yırtılmalara ve uçurumlara üzülüyoruz.
Bu üzüntü bize, “yetmez ama evet” ya da “boykot” deyip, işin içinden sıyrılma lüksünü tanımıyor. Bu ayrı bir konudur, yeterince konuşulmuştur. Zamanınızı daha fazla işgal etmek istemem.
24 saat kala, son sözümüz şu olsun;
Bizim bütün kaygımız ve saygımız ülkemize aittir. İtirazlarımızın, hayırlarımızın, bir daha yaşanmasın temennilerimizin altında yatan gerçek budur. Öyle ya, bizim ülkemizden, ülkemizin bizden başka kimi var?
Adet olduğunca söyleyerek, yazıyı bitirelim. Bu yazıya, referandum sonuçları belli olmadan, 11 Eylül 2010’a girerken, 02.00’de başladım, öğle saatlerinde bitirdim.
12 Aralık gece yarısında, bir daha okuyacağım.